Oral Çalışlar

17 Mayıs 2024, Cuma 07:00

31 Mart'ın mesajı neydi?

Sinan Ateş cinayetinde her gün yeni bir bulguyla, yeni bir kanıtla karşılaşıyoruz. Birçok kritik bilginin iddianamede yer almaması, şüpheleri artırıyor. MHP lideri Devlet Bahçeli bu davayla ilgili olarak, “Alçaklar bizi bu cinayete bulaştırmak istiyor” diyor. Ankara’da suç örgütleriyle işbirliği gerekçesiyle çok sayıda polis ve bazı emniyet müdürleri gözaltında. Cumhurbaşkanlığı, sakin karşılık veriyor: “Gelişmeleri dikkatle izliyoruz.” Yargıtay seçimleri epeyce çekişmeli geçti. Başkanlık seçimlerinde iktidar ile muhalefet bloklarının karşı karşıya gelmesi beklenirken, daha değişik kombinasyonlar ortaya çıktı. 13 nolu mahkemenin, Kavala’nın, “yeniden yargılama” talebini reddetmesi, siyasi havayı mahkeme kararlarına bakarak yorumlayanları daha da endişeli hale getirdi. Kobani kararlarındaki ağır hapis cezaları, değişim bekleyenleri hayal kırıklığına uğrattı. Bir kesim, bu kararları 31 Mart’taki seçmen iradesine aykırı kabul ediyor. Ne yorum yapılırsa yapılsın, artık 31 Mart öncesine dönmek mümkün değil. Taşlar yerinden oynadı. Şunları da hep birlikte görebiliyoruz: Ekonomi politikaları, normalleşiyor. Dış politikada eski sert ve dışlayıcı üslup öyle hemen kolayca terk edilemese de orada da içten içe bir özeleştirinin başladığı görülüyor. Sıra geldi iç politikaya. İşte burada iktidar hesapları başlıyor. Ortakların talepleri gündeme geliyor. “Yumuşamak” sözcüğünü kullanmak çok kolay ama gerçekten “yumuşamak” o kadar kolay değil. CHP içinde ise Özel-Erdoğan görüşmelerine eleştirel bakanların sayısı oldukça fazla. 20 yıllık bir siyaset formatının tek bir yerel seçimle değişmesi elbette çok kolay değil. Ancak değişimin yavaş yavaş daha hissedilir hale gelmesi beklenebilir. Örneğin idarecilerde, vali ve kaymakamlarda bir rahatlama görebiliyoruz. Tabii burada önemli olan, seçmenin uyarısını doğru şekilde anlayabilmek ve buna göre yeni bir yol geliştirebilmek. Toplumun çağrısını anlayabilenler, bu çağrıya uygun siyasetler geliştirebilir.

15 Mayıs 2024, Çarşamba 07:00

'I am Jose Mourinho'

Fenerbahçe kulübünün eski başkanı Aziz Yıldırım, yeniden başkan seçilirse takımı Portekizli teknik adam Jose Mourinho’ya teslim edeceğini söyledi. Bu haber taraftarları heyecanlandırdı. Tüm küresel futbol dünyasının hatta futbola uzak kesimlerin bile tanıdığı bir yaşayan efsane. Mourinho, kendisi gibi ünlü bir futbol insanı olan Guardiola ile olan atışmaları ve polemik yaratan birçok farklı açıklaması ile yıllardır gündemde. Örneğin: “Barselona’nın İspanya’daki hegemonyasına son verdim. İspanyol futboluna verdiğim büyük zarar işte budur.” Eşi Tami, Angola doğumlu. Jose Mourinho’yla Portekiz’in Setubal kentinde tanıştılar. 18 yaşına gelmeden aşık oldular, Jose’nin doğduğu şehir olan Setubal’da evlendiler. Beraberlikleri 40 yıla yaklaştı. Jose, Lizbon’da spor bilimi eğitimine başladığında iyi bir futbolcu olmak istiyordu. Kısa sürede bu isteğinden vazgeçti, teknik yönetici olmaya yöneldi. Dünya onu Porto futbol takımı Avrupa’da fırtına gibi estiğinde tanıdı. “I am Jose Mourinho” diye konuştuğu kısa video, sosyal medyada dünya çapında büyük ilgi gördü ve birçok şekilde kullanıldı. Jose, kariyerine 2000’de Benfica’nın başına geçerek başladı. 2002-2003 sezonunda Porto ile lig, kupa ve süper kupa şampiyonluğuna ilave olarak bir de UEFA Kupası’nın sahibi oldu. Bir sonraki sezon Porto’yla Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırdı. Mourinho, kariyeri boyunca Benfica, Porto, Chelsea, Inter, Real Madrid, Manchester United, Tottenham ve Roma gibi dev takımlarda görev yaptı.

İyi aile babası

Jose Mourinho şu anda 4 aydır boşta. Fenerbahçe’de hayal kırıklığı içinde geçen bir sezonun ardından ismi gündeme geldi. Yıldırım, “Göreve geldiğim takdirde Jose Mourinho’yu Fenerbahçe'ye getireceğim” dedi. Jose, ünlü bir futbol insanı olarak, sade bir hayat yaşıyor. “İyi bir baba” olarak tanınmak istiyor. 2014 yılıydı. Mourinho’yu, İngiltere’ye, Manchester United ve Liverpool’a çağırıyorlardı. Mourinho, çok cazip teklifler karşısında “Düşünmem gerek” diyerek durduğunu anlatıyor. “Eşim Tami, şimdilik dur dedi ve haklıydı. (…) Ailem gündelik işime karışmaz ama günün sonunda iş büyük kararlar almaya geldiğinde, nereye gidileceği, nerede çalışılacağı, ne zaman değiştirileceği gibi şeylerde, benim üzerimde büyük etkileri var.” 2018’deki seçimde, 20 senedir yaptığı Fenerbahçe başkanlığını Ali Koç’a bırakan Aziz Yıldırım, 6 senenin ardından tekrar başkan olmak için adaylığını açıkladı. Jose Mourinho gibi 72 yaşındaki Aziz Yıldırım da sosyal medyada ve popüler kültürde bir fenomen. Aziz Yıldırım, futbolun ötesinde, siyasetin de yakın tarihinde adı geçen, siyasi komploya uğramış bir kişilik. Mourinho, Fenerbahçe’ye gelir mi? Eşi Tami buna ne der? Son yıllarda çokça dillendirilen “yerli ve milli teknik direktör” meselesi ne olur? Fenerbahçe büyük taraftarıyla büyük hedefler peşinde koşmalı. Jose Mourinho veya o çapta bir teknik direktör, şu anda Fenerbahçe için bir ilaç görevi yapabilir. Bakalım Mourinho Ailesi Türkiye teklifine nasıl cevap verecek?

14 Mayıs 2024, Salı 07:00

Cumhurbaşkanı Erdoğan: İktidar, muhalefet, basın ve sivil toplum ile birlikte

Özgür Özel’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’la buluşması, siyasi havayı değiştirmek için bir kapı açmış oldu. Umutsuzluk içindeki geniş muhalif kesimlerde yeni umutlar için elverişli bir rüzgar esmeye başladı. Öte yandan, endişe ve karamsarlık, hâlâ bir ölçüde etkisini sürdürüyor. Buradan barış, demokrasi yönünde bir çıkış imkanı görmeyenlerin sayısı da az değil.

Bir kesim, “Tayyip Erdoğan yenilmez, sonunda iktidarı kimselere vermez”, “Zaten CHP kazanmadı ki” diyor. Bu kesime göre; iktidara yürekten bağlı seçmenin bir kısmı, bir uyarı cezası vermek istedi. Bu kesime göre bu seçimleri muhalefet kazanmadı, iktidar da kaybetmedi, yaşanan şey basit bir yol kazası. Bunun dışında, CHP’nin kendi içinde de “yumuşama” olarak tanımlanan yeni durumdan rahatsız olanlar var.

Özgür Özel’in gereken muhalefet pozisyonuna giremediğini veya gereken muhalefet performansını gösteremediğini düşünüyorlar. Kim ne derse desin, seçmenden gelen sinyalin gücünü, iktidarın tavrına bakarak da ölçebiliriz. “Yumuşama dönemine girdik” diyen Erdoğan, çok farklı bir üslup ve içerikle meseleye yaklaşıyor. Üç gün önce, Danıştay’ın kuruluşunun 156. yılında yaptığı konuşmada, yargının bağımsızlığı konusunda, dikkat çekici bir değerlendirmede bulundu:

“İktidarı ve muhalefetiyle, basını ve sivil toplumuyla hep birlikte yargımızın her türlü taassuptan, menfaat eksenli gruplaşmadan ve ideolojik kamplaşmadan uzak durmasını temin etmemiz gerekiyor. Milletin maslahatı ve ülkenin selameti yerine belli bir zümrenin menfaatini gözeten dar kadrocu anlayışların adalet teşkilatımız dahil, devletimizin kurumları içinde tekrar yuvalanmasına izin veremeyiz, vermeyeceğiz. Bu konuda hepimizin sorumluluk bilinciyle hareket etmesi şarttır.

Adalet terazisini ellerinde tutan hukukçularımızın da medya, sosyal medya, günlük hayattaki duruşlarıyla bu sürece olumlu katkı sunması önemlidir.” Muhalefetin temkinli davranması, “önce atılacak adımları görelim” demesi, anlamlı. Gezi davası, Can Atalay kararı, Selahattin Demirtaş’ın durumu, Anayasa Mahkemesi kararlarına yönelik tutumlar değişecek mi? Özgür Özel’in “Önce Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulayın, sonra yeni bir Anayasa’yı konuşabiliriz” demesi de bir anlam taşıyor.

Erdoğan aynı konuşmada durumu nasıl okuduklarını şu sözlerle ifade ediyor: “Bir gerçeğin gayet iyi farkındayız: Türkiye istikbalini ancak daha fazla demokrasi, daha fazla ekonomik refah ve bunlara paralel olarak daha fazla güvenlik üzerine inşa edebilir. Güvenlik, güçlü bir demokrasinin teminatıyken, demokrasi de güvenliğin dayanağıdır. (…) Siyasetteki yumuşamayla birlikte farklı siyasi partiler arasındaki istişari görüşmelerin yoğunlaşması bu bakımdan önemli bir fırsat teşkil ediyor. Türk siyasetinin bu fırsatı ülkemiz, milletimiz ve demokrasimiz adına kalıcı bir kazanca dönüştürmesini ümit ediyoruz. Biz, milletimizin beklentileri çerçevesinde üzerimize düşen yapıcı rolü oynamaya devam edeceğiz.”

Önümüzdeki dönemin temel meselesi Türkiye’nin hırpalanmış, özürlü demokrasiden normale dönmesi. 31 Mart’ın bir yeni dönem olduğunu anlamamız için herhalde biraz daha zaman geçmesi gerekli olacak. Tabii Türkiye’nin normal ve gerçek demokrasiye ulaşması, bir zaman meselesi. Şu an yaşadığımız süreç de bunun içinde bir dönemeç olarak görülebilir. Arjantinli yazar ve siyasetçi Arturo Jauretche: “Depresyondaki halklar zafer kazanamaz.”

10 Mayıs 2024, Cuma 07:00

Özgür Özel'in dış siyasette yüzde 85'lik çıkışı

Özgür Özel, yurtdışı gezilerinin ardından Cumhurbaşkanı’na dosya sunuyor, çalışmaları hakkında bilgi veriyor. Başka ülkelere giderken, başta Dışişleri olmak üzere, sorumlu bakandan brifing istiyor. Sonra şunu söylüyor: Dış politikada yüzde 85 benzer müştereklerde birleşiyor olmamız gerek. Tabii ki iç siyasette sağlanabilecek bir uzlaşma zemini, kaçınılmaz olarak, dış meselelerde de yeni bir ufuk açar. CHP liderinin dış politikada ortak zemin yaratma çağrısını şaşırtıcı bir hamle olarak görebiliriz. Yüzde 85 aynı çizgide olabilme hedefi, iyi niyetli bir çıkış olarak kabul edilebilir. Dünya büyük bir karmaşa içinde. Bölgemiz felaketlerle çevrili. Türkiye’nin komşu Suriye toprakları içinde askeri birlikleri bulunuyor. Dünyanın birçok yerinde Türk Silahlı Kuvvetleri görev yapıyor. Kürt meselesi ya da çözüm karşıtlarının ifadesiyle “terörle mücadele meselesi”, dış politikanın kilit konusu olmaya devam ediyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun dış politika danışmanlığını yapan Ünal Çeviköz, geleneksel söylemin dışına çıkarak yeni bir yol açtı. Sanırım o tecrübeyi önemsemek gerekiyor. Dış politika, milliyetçi söyleme çok açıktır. Dış politika, bazen iç politikanın da önüne geçer, belirleyici olabilir. Irkçılık her zaman dış politikayı zehirleyebilir. Karşı ülkeyi düşman yerine koyduğunuz andan itibaren, makul olan, normal olan gider, geriye sadece hamaset kalır. Dış politikaya ilişkin itirazların zaman zaman “vatana ihanet” diye suçlanması gündeme gelebilir. İş biraz sertleşince devreye güvenlik güçleri girer, yargı girer, siyaset girer. Aldığınız karşılıklardan şaşkına dönebilirsiniz. Kıbrıs meselesi, Ermenistan- Azerbaycan gerilimi, Suriye’nin geleceği gibi konularda, ana akım söylemden, ülkedeki ana dış politika söyleminden farklı değerlendirmeleriniz olabilir. CHP bu konularda da olumlu bir dil yaratılmasına zemin hazırlayabilir. Ana akım çizginin ötesinde, alternatif dış politika yöntemlerine doğru bir açılım sağlayabilir. En azından, olması gereken budur. “Yeni bir CHP”den söz edeceksek, yeni bir dış politikadan da söz edebilmemiz gerekir. İktidarın bugüne kadar izlediği dış siyaset konusundaki tavır ne olacak? Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda CHP’nin yol açıcı bir ağırlığı olabilir. İnsan Hakları İhlalleri nedeniyle Türkiye yurtdışında eleştirildiğinde, “İnsan hakları emperyalizmin oyunu” diyerek suçlamalarda bulunanlara karşı, CHP, daha gerçekçi bir çıkış yapabilir. Özgür Özel’in sözlerinin içinde belki de iktidarı değişik bir dış siyasete ikna edebilme düşüncesi saklı. Böyle başlamak, belki de bir strateji. İyi niyetli bir hamle… Konrad Adenauer, 1954 yılında şöyle demiş: İş hayatındaki temel kurallar, rahatlıkla, dış politikaya da uygulanabilir. (…) İstikrarlı bir şekilde, netlik ve sabır içinde çalışanlar, başarıya ulaşabilir.

08 Mayıs 2024, Çarşamba 07:00

Özgür Özel'in enerjisi... Bahçeli'nin köstekli saati

Gözlüğü attı. Saç stilini değiştirdi. Dilini ve duruşunu düzeltti. Hırçın sayılabilecek üslubunu bir kenara bıraktı, sakin ve ikna edici bir yaklaşım benimsedi. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Türkiye standartlarında genç bir siyasetçi. Genç ama oldukça tecrübeli diyebiliriz. 2011 yılından bu yana tam 13 senedir Meclis’te. CHP örgütünün üst kademelerinde sorumluluklar üstlenmiş. Başlarda, sert ve polemikçi tavrıyla, geleneksel CHP üslubunun bir temsilcisi gibi görünüyordu. Kılıçdaroğlu’nun yanında yetişmiş bir genel başkan yardımcısıydı, grup başkan vekiliydi. “Millet İttifakı”nın uzlaşmacı ve yenilikçi çizgisine ne kadar yakındı, bunu kestirmek kolay değildi. Yer yer girdiği polemikler nedeniyle kaygılara neden olabiliyordu. Sonra partinin başına geçti. İmamoğlu ile uyum içinde seçimlere birlikte hazırlandılar. Parti örgütü beklenmedik ölçüde canlı ve enerjikti. Özgür Özel’in gençliği, çalışkanlığıyla birleşince, yeni bir hava oluştu. Yerel seçimlerde başarı kazanıldı. Özgür Özel, bir anda Türkiye’nin birinci partisinin lideri haline geldi. Özgür Özel’in 22 senedir iktidarda bulunan AK Parti ile kuracağı ilişki merak konusuydu. “Cumhurbaşkanı’nın davetine gideceğim” diyerek ilk hamleyi yaptı. Ardından bir sürpriz daha yaptı, Bahçeli’yi ziyaret etti. İlk andan DEM Parti’nin kapısını da çalarak, yeni siyasetin nasıl bir hat üzerinde yürüyeceğine ilişkin mesajını netleştirdi. MHP ziyaretinin ardından yaptığı konuşmada milliyetçilere, muhafazakarlara partinin kapısını açık tutacağını ifade ediyor. Seçimleri Türkiye İttifakı’nın kazandığını söylüyor, kendi dışındaki siyasi partileri ve akımları demokrasi temelinde bir müttefik olarak göreceği vurgusunu yapıyor. “Millet İttifakı” artık Özgür Özel’in devralıp geliştirmeye karar verdiği bir deneme. Yeni adı da “Türkiye İttifakı”. CHP, siyasette kendi ölçüleri içinde bir sıçrama yapıyor. Muhafazakarları Türkiye için tehlike sayan anlayış terk edildi. CHP eğer iktidar olmak istiyorsa, kendi sağındaki güçleri de bu ittifakın içine katmak zorunda. Bunu yapabilmek, Türkiye’nin siyasi coğrafyasını daha faklı okumayı gerektiriyor. Klasik gericilikilericilik çatışmasını temel çatışma olarak gören anlayışı aşmayı gerektiriyor. Özgür Özel’in de hedefi tam olarak bu. Özgür Özel’in “Avrupa’da kime saati sorsam, Kavala ne olacak diyorlar?” şeklindeki sözlerine MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin cevabı yeni iklime oldukça uygun: ”Özgür Özel neden saati onlara soruyor ki, bana sorsun, köstekli saatime bakar saati söylerim.” İtalyan edebiyatçı Pavese şöyle demiş “Dünyadaki tek neşe, başlamaktır. Yaşamak güzeldir. Çünkü yaşamak her zaman, her an başlamaktır. Bu duygu kaybolursa, insan ölmek ister."

07 Mayıs 2024, Salı 07:00

Deniz Gezmiş'le son konuştuklarım

12 Mart 1971 askeri müdahalesinin ardından yüzlerce solcu öğrenci, öğretmen, memur, sendikacı tutuklandı. Selimiye, Diyarbakır E Tipi, Ankara Mamak Askeri Cezaevleri o dönemin simgesi oldu. Biz Mamak’ta kalıyorduk. Denizlerle aynı cezaevindeydik. İdama Mamak’tan gittiler. Ankara Ulucanlar Cezaevi onların hayata veda ettiği yer oldu. “Denizleri asamazlar” diye düşünüyordum. Benim ranzaya uzanmış ve fikrimi sormuştu, “Asarlar mı?” demişti. Deniz’le idamlarından önceki son görüşmemizde “Asamayacaklar Deniz” demiştim. Gülmüştü, “Asacaklar Oral…” diye karşılık vermişti.

Nasıl gittiler?

6 Mayıs 1972 gece yarısı cezaevinin etrafı askeri cemselerle çevrildi. Hepsinin farları cezaevine yönelikti. Adeta gün ağarmış gibiydi. Askerler, Denizlerin kaldıkları hücrelere yıldırım hızıyla girmişti. Ayaklarına prangalar vurmuşlar. Kollarını arkadan kelepçelemişler. Kıpırdayamaz hale getirmişler. Hüseyin ayakkabısını giymeye fırsat bulamamış. Biz ise koğuşlarımızda çaresizdik. Büyük bir sessizlik içinde birbirimize bakıyorduk. Koğuşun minik pencerelerine tırmananların sesleri çıkmıyordu. Ara koridordan zincir şakırtıları geliyordu. Deniz’in sesini duyduk, “Eyvallah arkadaşlar!” diyordu.

Deniz’in “Bizi asarlar mı?” sorusuna verdiğim “Asamazlar” cevabını hep düşünürüm ve kendi kendime sorarım: “Denizleri idamdan kurtarmak mümkün müydü?” O günlerde bir grup, silahlı baskın ve rehin alma yoluyla idamları önlemeyi amaçlayan eylemler yapıyordu. O girişimlerin ilkinde Niyazi Yıldızhan, Jandarma Komutanı Kemalettin Eken’i kaçırmak isterken, Mahir Çayan ve arkadaşları ise Kızıldere’de kontrgerilla operasyonunda yaşamlarını yitirdiler. Askeri darbenin ardından cuntaya karşı çıkan Bülent Ecevit, İsmet İnönü’nün yerine genel başkan seçilmişti. Parti içinde darbecilere yakın bir grup vardı. İdam cezaları Meclis’in gündemindeydi. CHP içindeki tutucu kanat idamları destekliyor, komisyonlarda idamı hızlandırmak isteyenlerle birlikte davranıyordu. Meclis’te de tutucu kanat çoğunluktaydı.

Yapılan oylamada idama evet diyenlerin sayısı 275, hayır diyenler 48’di. 118 milletvekili oylamaya katılmamıştı. O zaman ikinci Meclis olan Senato’daki oylamada kabul edenler 111, etmeyenler 34’tü. 36 senatör oylamada bulunmamıştı. Sivil kamuoyu ciddi bir çaba içindeydi. Altan Öymen, Emil Galip Sandalcı, Halit Çelenk, Sevgi Soysal, Fakir Baykurt, Fatma Hikmet İşmen, Muammer Aksoy gibi kanaat önderleri idamları durdurabilmenin yollarını arıyordu. Cunta, onları da hedef alan bir tutuklama furyası başlatmıştı. Ecevit’in genel başkan seçilmesiyle muhalefet canlanmıştı.

Demirel’in askerlerle işbirliği yapması ona puan kaybettiriyordu. Toplumda askeri darbeye ve idamlara karşı yükselen sesler, cuntayı zorluyordu. İdamlardan 10 ay sonra yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde (Mart 1973) cuntanın adayı Faruk Gürler, Meclis’in direnişiyle tasfiye edilecekti. Denizlerin idama gidiş süreci topu topu 6 ay sürdü. Türkiye gerçeği içinde bir idam kararının sonuçlanması şu aşamalardan geçiyordu:

İddianamenin yazılması, duruşmaların yapılması, ardından kararın Yargıtay’a gidip dönmesi, sonra bu cezaların ölüm cezası olduğu için Meclis’in gündemine gelmesi, oradan o zamanki ikinci Meclis olan Senato’ya gitmesi ve dönmesi, bütün bu süreçlerin içinde komisyonların da konuyu ele alması 6 ay değil 6 senede zor gerçekleşebilirdi. Yargılama süreci bu kadar hızlandırılmış olmasa, yasal alandaki muhalefet daha dinamik hareket edebilseydi onlar hayatta olabilirdi. Benim duygularım böyle. Daha derli toplu ve daha öngörülü bir muhalefet bu idamları önleyebilirdi.

03 Mayıs 2024, Cuma 07:00

Olumlu bir adım

Erdoğan-Özel görüşmesi, toplumun yoğun ilgisine yol açtı. İki lider, milletin 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde verdiği mesajı “siyasette uzlaşma” olarak okuduklarını gösterdi. Cumhurbaşkanı ile muhalefet partisi liderinin görüşmesi, yeni bir duruma yol açar mı? Yani siyasette iklim değişebilir mi?

31 Mart’ta toplumun mesajını nasıl okumak gerekiyor? CHP Genel Başkanı Özgür Özel, “Helalleşme”yi daha da genişletmeyi hedeflediğini belirtti. Seçimlerin ardından izlediği tutumla, toplumun desteğini alıyor. Kamuoyu yoklamaları muhalefet liderinin çizgisini olumlu karşılıyor. ErdoğanÖzel görüşmesinin temel içeriğini, adalet/hukukun üstünlüğü ve Anayasa Mahkemesi gibi konular oluşturuyor.

Yerel seçimlerle birlikte ülkede taşlar yerinden oynadı. Pozisyonlar yeni baştan şekilleniyor. Abdulkadir Selvi’nin Kavala ve Gezi davası üzerine yazdıkları önemli. Adalet ihlallerine karşı iktidar saflarında değişik eğilimler kendini gösteriyor.

Tabii MHP gerçeğini de hesaba katmak gerek. 31 Mart seçim sonuçları da toplumun genel eğilimi de daha makul, daha dengeli bir siyasi ortamın oluşması yönünde. MHP ise toplumda oluşan yeni uzlaşma ikliminin gerisinde kalmış, eskiye bağımlı bir parti gibi görünüyor.

Masaya gelen muhtemel konulardan biri, seçim ve yönetim sistemi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, şu haliyle kendine özgü bir sistem. Meclis, teoride bir denetim mekanizması olsa da pratikte öyle değil. Cumhurbaşkanı, kanun hükmünde kararnameleri çıkarıyor; Meclis ise kararnameleri kanuna çevirme dışında işlevsiz. Bazı yargı organlarının siyasi tutumu da toplumda huzursuzluk yaratıyor.

1946 yılında başlayan çok partili sistem, ülkemizde önemli bir birikim yarattı. 200 yıllık Meclis birikimi de toplumun siyasete yön verecek güçte olduğunu gözler önüne seriyor. Liderler buluşmasının bu kadar ilgiyle izlenmesi mesajın etkisini gösteriyor. Siyasetten gelecek yeni uzlaşma ve çözüm arayışları toplumda dikkat çekiyor. Türkiye bir dönemeci geride bırakıyor.

50 yıldır siyasi gelişmeleri izleyen bir kişi olarak, 31 Mart’la birlikte, Türkiye’de bir değişimin sınırına geldiğimizi görüyorum. Siyasi geleneklerimiz ve özellikle 200 yıllık Meclis tecrübemiz gösteriyor ki, parlamenter birikimi yok sayan her toplum mühendisliği projesi, eninde sonunda, halkın vetosuna çarpıyor.

1984 doğumlu Avusturyalı yazar Lisz Hirn şöyle demiş: “Her uzlaşmanın anne ve babası, korku ve sevgidir.”

01 Mayıs 2024, Çarşamba 07:00

1 Mayıs'ı özgürlük ve birlik bayramına çevirelim

1 Mayıs 1977 katliamı, bizim kuşağın hafızasında yer etmiştir. 34 insanımızı yitirdiğimiz o acı olayların failleri hiçbir zaman yargı önüne çıkarılamadı. O mitingi düzenleyen ve katılanların önemli bir çoğunluğu, olayın, uluslararası çapta bir devlet komplosu olduğunu düşünüyor. Veya öyle düşünmeyi tercih ediyor diyelim. Sol hareketlerin 1 Mayıs 1977 katliamındaki sorumluluğu maalesef yeterince sorgulanamadı. En azından sol kendi içinde bu konuyu enine boyuna cesur bir değerlendirmeden geçirmedi. Bu yük, omuzlarımızda. 1 Mayıs 1977 katliamından sonra, meydan genelde yasaklı kaldı. 2010 yılından itibaren üç kez Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs barışçı, birleştirici ve geleceğe umutla bakabileceğimiz bir hava içinde kutlandı. 2013 yılında Gezi olayları patlak verdi. Taksim Meydanı da eylemlerin merkezi haline dönüştü. Ülke çapında yaygın çatışmaların yaşandığı bir dönemden geçtik. Gezi olaylarından sonra, Taksim 1 Mayıs’a kapatıldı. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a göre Gezi olayları iktidarı devirmeyi hedefleyen bir kalkışmaydı. O gün bugündür, Taksim, kapalı tutuluyor. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, meydanı “katılanların güvenliği açısından kapattıklarını” söylüyor. Aslında üç yıl arka arkaya yapılan 1 Mayıs kutlamalarında en küçük bir olay yaşanmamıştı. Bu dönemde düzenlenen Taksim buluşmaları, tarihimizin en az olaylı 1 Mayıs’ları arasında gösterilebilir. Şimdiye kadar yaşadıklarım ışığında yaptığım bir gözlemi bu vesileyle tekrar etmek isterim: Eğer devlet, olay çıkmasını istemiyorsa olaylar yaygınlaşmıyor veya olay çıkmıyor. Bu nedenle güvenlik zafiyetinden söz etmek gerçekçi değil. 1 Mayıs Taksim’de kutlansa, işçiler kırmızı bayraklarıyla meydanı doldursa, bu, yeni bir barış iklimi açısından fırsat olabilirdi. Taksim’i açmak iktidar muhalefet ilişkilerinin yumuşaması bakımından da bir başlangıç sayılabilirdi. Maalesef şu an bu imkanı değerlendiremiyoruz.

Ve Anayasa Mahkemesi

Anayasa Mahkemesi, DİSK’in başvurusu üzerine 15 Aralık 2023 tarihinde bir karar aldı. 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamanın bir hak olduğunu belirleyen karar şöyle: “Sembolik bir değeri olan Taksim Meydanı, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü ile bağlantılı ele alındığında başvurucular, diğer sendikalar ve işçiler nezdinde öneme sahiptir. Bu nedenle işçi ve sendika kültürünü oluşturan yapı taşlarından biri olan Taksim Meydanı, yalnızca 1 Mayıs günü orada bulunanların dayanışmasını değil aynı zamanda emekçilerin ortak hafızasının varlığını göstermektedir.” 1 Mayıs emekçilerin hak arama bayramıdır. Türkiye’de emekçi hareket, sendikalar örgütlenme özgürlüğü bakımından çeşitli baskılar altında varlığını sürdürmeye çalışıyor. İşçi hareketi, sıkıntılı günler yaşıyor. Hak, özgürlük ve adalet için meydanları dolduran emekçileri kutluyorum. Bundan sonraki 1 Mayıs’ları Taksim Meydanı’nda kutlamak dileğiyle. Yaşasın 1 Mayıs.