Ben onların kavuşmalarını yıllar önce canlı canlı izledim. Kore Savaşı’nın 60. Yıl anma töreniydi. Boğaziçi’nde, güneşli bir sonbahar günü büyük bir mekanda toplanmıştık. Kalbi bu heyecana nasıl dayandı bilmiyorum, kabarık etekli Kore giysisiyle yanına gelen “Ayla” babasına sarılınca hep beraber hıçkırıklara boğulduk!
İşte, Türkiye’nin Oscar adayı, Ayla isimli filmin en önemli yanı, böylesine heyecan verici gerçek bir öyküye dayanması.
Yıl 1950. Kore, 38. Paralelde güney ve kuzey diye ikiye ayrılmış ama kıyasıya savaşıyor. Duruma müdahale eden Birleşmiş Milletler askeri gücü tabii ki ABD askerlerinden ve ona katılan birliklerden oluşuyor. Türkiye de asker yollayan ülkelerden.
Savaş bitti sanılırken Komünist rejimi benimsemiş Kuzey Kore’nin arkasında, bir gece ansızın Çin duruyor ve savaş yeniden parlıyor.
Kunuri isimli köyde sıkışan, daha bölgeye yeni ulaşmış Türk taburu büyük kayıplar veriyor. O köyde ailesi katledilen ve Türk askerleri tarafından bulunan küçücük bir kıza Süleyman Astsubay sahip çıkıyor; o da ona babası gibi bağlanıyor.
Askerler küçük kıza Ayla adını veriyor, savaş bitip Süleyman Astsubay Türkiye’ye dönerken Ayla’yı götüremeyince ikili ayrılıyor ama birbirlerine hep bağlı kalıyor.
Film bu öyküyü anlatmakta başarılı olmuş. Oyunculuklarda en büyük ödülü Koreli küçük kızı canlandıran yaşı küçük, oyun gücü büyük artist Kim Seoul’e veriyorum!
İsmail Hacıoğlu ve Ali Atay da hiç fena değil. Deneyimli bir reklamcı, Can Ulkay çektiği için filmin eli ayağı düzgün.
Mendilsiz gitmeyin
Tahmin edersiniz ki ben filmden bir paket mendil bitirmiş, ağlamaktan yüzü gözü şişmiş çıktım, siz o kadar olmazsınız ama yine de ağlarsınız.
Filmin ilk bölümü, hele savaş sahneleri çok başarılı! Film bugüne gelince tempo biraz düşüyor, ama bence Oscar almasa bile birçok ödül alır; hikaye o kadar çarpıcı ki. Ve sinemanın da ana kuralı bu: anlatacak iyi bir hikayeniz varsa, işi de biliyorsanız, filminiz de iyi oluyor! Türk sineması da biraz bunun için ilerleyemiyor!
Bu gençler ne yaptı ki 15 aydır tutuklu!
15 Temmuz darbe girişiminde ne yazık ki TSK’nın içine sızmış bir çetenin yüzünden hiçbir suçu olmayan erler, askeri öğrenciler, uzman erbaşlar hatta bazı küçük rütbeli subaylar, üstlerinin emrini sorgulama şansı olmayan büyük bir genç grup, kim vurduya gitti!
Onlar emir komuta zinciri içinde, kimi tatbikata, kimi terör saldırısını önlemeye diye sokağa sürüldü, durumu anladıklarında linç edilme tehlikesi atlatarak teslim oldular. Kimi şiddet görerek tutuklandı, bazıları serbest bırakıldı ama bazıları hâlâ tutuklu ve hain damgası yemiş, yatıyor!
Adaletin bir an önce gerçekleşmesi gerekiyor. Sincan Cezaevi’nden yazan Kara Harp Okulu öğrencileri 16 aylık tutukluluklarına artık dayanacak güçlerinin kalmadığını anlatıyorlar. Subay adayı öğrenciler, okulda güvenlik kalmadı diye helikopterlere bindirilip Genelkurmay’a götürülmüş, karışıklığı fark ettiklerinde polisle irtibata geçip onların yönlendirmesiyle polis akademisine gidip teslim olmuş.
Olaylara karışmadıkları halde 156 öğrenci kendi durumlarında olan başka öğrenciler tahliye edildiği halde hâlâ tutuklu. Hain damgası yediklerine mi yansınlar, geleceklerinin bittiğine mi, 16 aydır tutuklu olduklarına mı?
Türkiye çok ciddi bir darbe girişimi tehlikesi atlattı. Elbette sapla samanın ayrılması vakit alacaktı. Ama insaflı olalım, askeri öğrenci, er ve en alt rütbeli olanların bir an önce tutukluluk hallerinin açıklığa kavuşturulması gerekir.
Yargılama devam etse bile tutuksuz yargılanmalı, hayatları alt üst edilmiş bu gençlerin ve ailelerinin sıkıntısına bir ara verilmeli. Onlar bizim çocuklarımız ve hepimizin çocuklarının başına gelebilirdi bu!
31 Ekim 2017, Salı 05:00
Haberin Devamı