Melise Kesmez'in ilk kitabı Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz'den sonra ikinci kitabı Bazen Bahar da raflarda yerini aldı. Kesmez'in ilk kitaptaki durgun ve dingin öyküleri ikinci kitapta yerini ayakları yere basan, okuyucuyu ayrıntılarda boğmayan hepimizin yaşadığı sıradanlığın akışına bırakmış. Kesmez okuyucuyu o gündelik yaşamın ayrıntılarında kah gülümsetip kah hüzünlendiriyor.
Kesmez'in öykülerinde yenilse de umudunu kaybetmeyen, bir yandan kahrolan ama bir yandan da küçük detaylarla mutlu olan kahramanlar var.
Bu hafta Melisa Kesmez ile Bazen Bahar'ı konuştuk.
İlk kitap ismi gibi ikinci kitabın ismi de beni benden aldı. Kitap isimleri bir anda mı çıkıyor yoksa üzerine düşündüğün bir şey mi?
İsmin bir şekilde hayatta belirleyici bir rolü olduğunu düşünüyorum, neredeyse yol çizen, yön belirleyen bir şey. Bu kitaplar için olduğu kadar başka şeyler için de geçerli. Kelimeler, dua gibi, kapıları açıp kapatabiliyorlar. Bu yüzden İlk kitabıma da ikincisine de isim ararken, içime sinenbir başlık bulmaya çabaladım. Derdimi anlatan, sıkıcı olmayan, sade ama tatlı kelimeler aradım. Ama bir mühendislik projesi gibi enine boyuna düşündüğüm bir şey değildi bu. Az biraz kafa patlatıp, sonra vazgeçip akışına bıraktım. İki isim de gelip beni buldu dersem yalan olmaz. Kendiliğinden olanın gücüne inancım sonsuz.
"HEPİMİZ YAVAŞ YAVAŞ KABUKLU HAYVANLARA DÖNÜŞÜYORUZ"
Senin öykülerin bir dostla dertleşmek gibi geliyor bana. Sanki uzundur kimseyle konuşamamış gibi. İkinci kitaba umuda zeytin dalı diyebilir miyiz?
Böyle hissetmen ne güzel! Bir süredir, özellikle son bir iki yıldır, kendimi hiç hissetmediğim kadar yalnız hissediyorum. Senin dediğin gibi “sanki uzundur kimseyle konuşamamış gibiyim”. Ama azıcık etrafıma bakınca bunun bana özgü bir hal olmadığını; içinde oradan oraya uçuşup durduğumuz civcivli sosyal hayatın sabun köpüğünden farksız olduğunu ve herkesin birbirine aslında ne kadar uzak olduğunu görüyorum. Yakın arkadaşlarımla bile ancak iki hafta sonrasına randevulaştığımı, kim bilir ne zamandır içimi hiçbirine ağlaya zırlaya anlatmadığımı fark ettiğimde, iyice baskın haline geliyor bu duygu. İnsanlar birbirine sonsuz bir ihtiyatla yaklaşıyor, birbirlerinden korkuyorlar, kimse kimseye güvenmiyor. Hayatımız görünürde ne kadar kalabalık olsa da, hepimiz yavaş yavaş kabuklu hayvanlara dönüşüyoruz gibi geliyor bana. Bu süreç beni daha çok yazmaya itiyor; ilham geldiğinden falan değil, dertleşemediklerimi dertleşmişim gibi geliyor yazarken. Sırf bu yüzden, yazdığım birkaç öykü vasıtasıyla muhabbete vesile olmak, azıcık olsun anlatmak ya da anlattırabilmek, o sımsıkı kapalı kutuların kapağını “herkes herkesle dostmuş gibi” azıcık olsun zorlamak bile beni sevindiriyor. Umuda gelince, umut zor bir kelime. Umut etmekten ziyade, şu sıra daha çok her şeyi olduğu gibi kabullenmeye çalışıyorum, nasılsalar öyle.
Bir yandan da gidemeyişe ağıt yakıyor gibisin öykülerinde. Böyle diyebilir miyiz ya da nasıl bir ruh halindesin?
Gidemiyor değilim aslında. Sadece gidince de olmuyor, biraz onun farkındayım. İnsanın iki ayağını bastığı yerdeki hikayesiyle barışmaktan başka çaresi yok gibi. Bunu yapabilmiş ve huzura ermiş gibi konuşuyorum ama alakası yok. Sadece birazcık serinkanlı olmayı deniyorum, elimden şimdilik bu geliyor. Yine de eğer gitmek deyince, geride bırakmak icap eden yer İstanbul ise, bu çoğumuz gibi benim de rüyalarıma giriyor. Doğup büyüdüğüm şehir bana ait değil artık. Ben de ona ait değilim. Her taşında hikayem olan İstiklal Caddesi benim değil artık. Bu çok net bir duygu. İstanbul’a uzaktan bakıp da içimde kabaran o tatlı duyguların yerinde yeller esiyor. Sokağa çıkınca cinnetin sınırında kendimi eve geri atıyorum. Ama işte dedim ya az önce, gidince de hayat gül bahçesi olmayacak, bunu çok iyi biliyorum. Yine de belki penceresinden ağaçlar görünen bir hayat biraz olsun iyileştirebilirdi bizi.
"İÇİME BAKIYORUM"
Ayrıntıların sadeliği bu öykülerde en belirgin özellik sanırım. Sokakta dolaşırken gözüne çarpan, takıldığın bir meseleyi not alayım dediğin oluyor mu? Yoksa kağıdın başına oturduğunda öylece dökülüyor musun?
Ben etrafına çok bakan, çocuk gibi her şeyi gözünü dikip seyreden biriyim. Aynı şekilde dinlemeyi de çok seviyorum. Aslında etrafına şöyle bir baktığında sıradan bir gün bile o kadar çok enteresanlıkla dolu ki. Onları bulup çıkarmak oyun gibi bir şey. Yanımda defterler gezdiriyorum. Onlara düzenli olmasa da notlar alıyorum, ama günlük tutar gibi, ya da bir öykünün temelini atar gibi değil. Çok unutkanım ve bu yüzden daha çok unutmamak için not düşüyorum. Bir ânı, ya da bazen sadece bir kelimeyi.
Öykülerin biraz da kırılmış ama pes etmemişlerin penceresinden sanki. Yazarken bir konu tercihin oluyor mu?
Yazarken bilinçli bir süreç işlemiyor pek ben de. İçime bakıyorum ve orada bulduklarımdan bir şeyler inşa ediyorum. Kararlar almıyorum, alamıyorum daha doğrusu. İşin içine rasyonel aklım girince yazasım gelmiyor, duruyorum, yazdığımı siliyorum, çöpe atıyorum. Doğal akışı bulana kadar da dokunamıyorum bir süre. Galiba sadece hissettiğin ya da şahidi olduğun, ya da sende bir karşılığı olan duyguların peşini kovalayabiliyorsun yazarken. Ve kişisel hikayen de, karakterin de, kalp kırıklıkların da, dünya görüşün de, ister istemez yazdıklarını biçimlendiriyor. Polisiye yazamazdım ben mesela. Çünkü bende karşılığı yok.
"ÖYKÜ İÇİN HEYECANLANIYORUM"
İkinci kitaba hazırlanırken cesaretinin kırıldığı bu olmadığı dediğin anlar oldu mu?
Bir ikinci kitap fikriyle yola çıkmadığım için, yani baştan kendime hazırlanmamı gerektirecek bir hedef koymadığım için öyle bir hayal kırıklığım da olmadı. Yazarlık benim mesleğim değil. Öykü yazmadan da hayatımı sürdürebiliyorum ve ne zaman içimden yazmak gelirse o zaman yazıyorum. Bazen gürül gürül akıyor öyküler, bazen kuruyor, ya da kuluçkaya yatıyorlar. Bu ikinci kitaptaki öyküler de bir kitaba girsin diye yazılmadılar. Elimde “bir dosya” olduğuna editörüm Bilge (Sancı) ile konuştuktan sonra ikna oldum.
O denli buhranlı bir dönemdeyiz ki pes ettiğin oldu mu hiç?
Pes etmek değil ama özellikle son birkaç yıldır ülke gündemi kişisel gündemimden fazlasıyla rol çaldı. Enerjimiişime gücüme, okumaya, yazmaya, sevgilime, aileme ve kendime ayıracakken, tamamen ülkedeki akıl almazlıklara harcadığım, karşılığını alamayıp ve sıfırlandığım çok oldu. Ama kendimizi her gün yeni baştan iyileştirmeyi öğrendik bir şekilde. Okuyup yazmaya devam etmek de bir mücadele şekli. Tamamen paralize olmayı reddederek üretmeye devam ediyorum ben de, şu an elimden gelen bu.
Öykü severlere önerin olur mu? Öykü kurtarıcıdır neticede...
Bu ara Nick Hornby okuyorum. Bir de Neil Gaiman. İkisi de müthiş öykücüler. Şu sıra gökten inen yardım paketi olacak kadar hayat kurtarıcılar.
Ve son soru öykü ile devam mı yoksa roman düşüncesi var mı?
Bir hedef ya da planım yok ama öykünün düşünme şeklini ve beni zorladığı noktaları seviyorum. Farklı bir yazma becerisi kazandırıyor. Öykü okudukça, yazdıkça ve düşündükçe yazar olarak zihnimin keskinleştiğini ve herhangi bir hikayenin katmanları arasında daha özgür bir şekilde dolaşmaya başladığımı hissediyorum. Bir öykü için kolları sıvamak beni gerçekten heyecanlandırıyor; öyle ki bazen aklıma bir fikir geldiğinde, ya da bir buluş yaptığımda, birine aşık olmuşçasına nabzımın yükseldiği oluyor.