Evet, aldı başını gidiyor, herkes onu konuşuyor...
2017 yılında ilk kitabını yazdı, ‘Sıradaki Teşekkürüm Bana Yanlış Yapanlara’. Çok sattı. Sonra ikinci kitap geldi: ‘Sen Gittin Ya Ben Çok Güzelleştim!’. 150 bin sattı, hâlâ da en çok satan raflarında. Sosyal medyada 740 bin civarında takipçisi var. İlişkilerinde başına gelenleri yazıyor, erkeklere acımasız göndermeler yapıyor. Kadınlara ‘yıkılmayın, ayakta kalın, başkası için kendinizden vazgeçmeyin’ mesajları veriyor. Mesleği pazarlama uzmanı, yani işi pazarlamayı biliyor.
SEN DE YAZSANA!
Çok ilgi görünce linç başladı tabii. Hele kitabından bölümleri sosyal medya için seslendirmeye başlayınca ortalık iyice karıştı...
‘Sosyetik Kezban’, ‘kitap mı bu şimdi?’, ‘cehaletin yükselişi’ diye yazan yazana. Şimdi naçizane birkaç diyeceğim var sizlere…
Nilgün Bodur’un yazdıklarını vasat mı buluyorsunuz? Okumayın. Hatta eleştirme hakkımız da var elbette ama linç etmek, hakaret etmek nedir? ‘Ortaokul kompozisyonu’ diyenlere gelelim…
Keşke sen de yazsan...
Yazabiliyor musun ortaokul seviyesinde bile olsa?
Hayır.
Sadece yazanlara b.k atıyorsun!
Yahu, sevgilimizden ayrıldığımızda, acı çektiğimizde, kız arkadaşlarımızla toplanıp yaptığımız muhabbetleri yapıyor bu kadın. Bu kadar! Buna bu kadar derin anlam yüklemek niye ki? Kimse ona müthiş edebiyatçı demiyor ki! Sanırsın memleket ağır edebiyata düşkün, o da seviyeyi düşürdü!!!
HADİ ALAŞAĞI EDELİM
Kaldı ki sosyal madyada bulduğumuz her aforizmanın, her özlü sözün üzerine atlamıyor muyuz? O da tam olarak bunu yapıyor.
Alın size bedava içerik!
Ayrıca birinin okunup okunmayacağına, bunu hak edip etmeyeceğine kim oluyoruz da biz karar veriyoruz?
Maalesef biz böyleyiz işte...
Birileri ilgi görmeye başladığı an, hemen alaşağı ederiz...
Kıskanırız, ‘neden o yaptı da ben yapamadım’ diye kötülüğe başlarız. Yasaklardan, linçten şikayetçi olanların bunu yapıyor olması ise daha manidar.
Belki Nilgün Bodur, kendini savunmak adına fazla yüksek perdeden şeyler söylüyor ama siz de bu kadar üstüne gitmeseydiniz canım!
Kıskanç mısınız?
Tam da yukarıdaki gibi kıskançlık işi.
Başkaları mutlu olunca, başarılı olunca, bizden güzel ve bakımlı olunca, bizden huzurlu olunca dayanamıyoruz, duramıyoruz...
Onun düzenini, huzurunu, mutluluğunu bozmaya çalışıyoruz. Sosyal medyadaki saldırganlıklar bunun kanıtı değil mi sizce?
O yüzden size bir tavsiye: Şu ara vizyonda tam da bunu anlatan, Fransız yapımı bir film var.
Adı ‘Kıskanç’. Orta yaş krizine giren ve çevresindeki herkesi kıskanmaya başlayan bir kadının hikayesini anlatıyor.
‘Nathalie’ isimli bu kadın, bir profesör ama öyle bir hale geliyor ki, en yakınlarını dahi kıskanıyor, hatta 18 yaşındaki balerin kızını bile! Arkadaşının kızına ‘çirkin’ diyor, eski eşinin tatilini engelliyor, hep gergin, hep mutsuz. Olaylar ne kadar yalnız kaldığını görene kadar da böyle sürüyor.
Fransız filmleri hayatımızı bize en sade dille, olduğu gibi anlattığı için gerçekçidir, güzeldir. İzleyin bu filmi, kendinizi görecek misiniz bir bakın bakalım…
Zıkkımın kökünü mü yiyelim sahiden?
Gerçekten ne yiyeceğimizi şaşırdık artık…
Antibiyotikli tavuk mu, ağır metalli deniz ürünü mü, yoksa şarbonlu kırmızı et mi?
Gönül rahatlığıyla yiyeceğimiz hiçbir şey kalmadı! Bitkisel besinlerde zaten GDO var. Organik beslen desen, her şey otomatikman iki katı! En kötüsü de şu: Durum bu kadar vahimken çözüm üreten yok, tek laf eden yok, durum ne anlatan yok, bütün bunları kendine dert eden tek siyasetçi yok. Ahmet Hakan’a hak veriyorum: Zıkkımın kökünü mü yiyelim hakikaten, ne yiyelim, söylesenize?
HİZMET GİBİ HİZMET!
Plastiklerin doğadaki varlığı yüzyıllarca sürüyor. Balıkların dörtte birinin sindirim sisteminde plastik var.
Bu yüzden plastik şişeleri geri dönüşüme yollamak gerektiğini hepimiz biliriz ama zahmet edip onları biriktirmez, ayırmaz, plastikler kutularına atmayız. Uzun iş çünkü, kim uğraşacak değil mi?
Ama İstanbul Büyükşehir Belediyesi öyle bir uygulamaya başlıyor ki, herkes plastik şişelerini biriktirecek; koşa koşa da geri dönüşüm kutusuna atacak, çok net.
Çünkü İstanbul’un her yerine, plastik şişeleri içine attığınızda, İstanbulkart’a bedava bakiye yükleyecek makineler konuluyor.
Avrupa’da uzun zamandır kullanılan bu uygulama bize de şarttı çünkü biz karşılığında bir şey alamıyorsak, çöpleri ayırıp atmaya falan uğraşmayız. Hem nostalji olmaz mı?
Eskiden kola ya da süt şişelerini bakkala götürüp depozito aldığımız günleri hatırlayın. Tam da o hesap.