İşte Mehmet Coşkundeniz'in, Ebru Şallı ve Stockholm Sendromu başlıklı bugünkü yazısı... Ebru Şallı, İstanbul Emirgan’da, otomobilin içinde eşi Uğur Akkuş’tan şiddet gördüğünde, Herhalde artık bu saçmalığa bir son verir, boşanıp kendine gelir diye düşünmüştüm. Öyle olmadı, Ebru Şallı, kendisini eşinin elinden kurtaran insanları bile yalanlama yoluna gitti. Olayı hiç olmamış gibi göstermeye çalıştı, kurtaranları bu işe karıştıklarına pişman etti. Neden böyle yapmıştı peki? Celladına mı aşıktı? Korkuyor muydu? Mağdur olmayı kendine yediremiyor muydu? Yoksa ‘Stockholm Sendromu’nun etkisinde miydi? Yeri gelmişken bilmeyenler için ‘Stockholm Sendromu’nu anlatalım. 23 Ağustos 1973’te, İsveç’in başkenti Stockholm’de soygun için bankaya giren iki kişi, silah ve patlayıcı maddelerle banka çalışanı olan 4 kadını 6 gün boyunca rehin alır. İşte bu 6 günde, rehineler ile soyguncular arasında bir bağ oluşur. Rehineler soyguncuların iyi insanlar olduğuna, fakirlik nedeniyle soyguna itildiklerine inanmaya başlar. Sonunda bankaya operasyon düzenlenir ancak rehineler de soyguncularla birlikte polise karşı koyar. Operasyonun ardından 2 soyguncu hapse atılır ama rehineler onların aleyhine tanıklık bile etmez. Hatta aralarında para toplayıp soygunculara avukat tutarlar. Bu olaydan sonra psikolojide ‘Sotckholm Sendromu’ kavramı ortaya atılır. Araştırmalara göre, bu tür olayların yüzde 27’sinde rehineler ‘Stockholm Sendromu’ yaşıyor. Ve evet, bu sendrom aile içi şiddet mağdurlarında sıkça görülüyor. Sendromun gelişmesi öyle bir anda olmuyor tabii ki, bir süreç gerekiyor. Kurban aslında kendisine çeşitli nedenlerle baskı kuran kişinin şiddet eğiliminin farkında oluyor. İlk aşamada devreye korku giriyor. Elbette bu korku, ölüm korkusu. Kişide ölüm korkusu arttıkça, hayatta kalma isteği de o derece artıyor. Kurban, giderek iyice zayıf duruma düşüyor, celladının en küçük iyiliğini bile gözünde büyütmeye başlıyor. Bir süre sonra, o kişiye empati besliyor, kendini onun yerine koyuyor, suçlunun kendisi olduğunu düşünüyor, yaptıklarına hak veriyor. Aradaki bu bağın kopması durumunda zarar göreceğini hissedip ne olursa olsun o ilişkiyi sürdürmeye çalışıyor. Bu sendromu uzun uzun anlattım çünkü Ebru Şallı ile aynı durumda olan çok sayıda insan olduğunu biliyorum. Belki içinde bulundukları durumu anlamalarına faydalı olur. Neyse, dönelim Ebru Şallı’ya... “Boşanıyorlar, evleri ayırdılar” haberlerinden sonra bile “Henüz açılmış bir boşanma davası yok” açıklaması yapan Ebru Şallı’nın bu noktadaki amacı ne olabilir acaba? Daha fazla zarar görmeden, karşısındaki insanı kışkırtmadan ayrılabilmek mi? Yoksa eşiyle aralarında bazı maddi ilişkiler var da para işini halledebilmek mi? Bunlar anlaşılabilir şeyler. Ancak... Tıpkı kendisine şiddet uygulandıktan sonra eşiyle mutluluk pozu vermesi gibi, bu açıklamasıyla evliliği sürdürmeyi amaçlıyorsa gerçekten üzücü bir durumda. İnsanın “Hadi bir uzmana başvurmuyorsun, peki hiç mi arkadaşın yok sana akıl verecek?” diye sorası geliyor. Umarım niyeti bu ‘şiddetli evliliği’ sürdürmek değildir. İyisi mi ben şimdiden Ebru Şallı’ya “Geçmiş olsun” diyeyim. Boşansa da, boşanmasa da bu dileğe ihtiyacı olacak...