Sibel Öz imzalı ‘Oyuncu- Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit’ kitabı, sadece ‘kendisi’ olarak yıldız olabilmiş, en önemlisi de her zaman ‘kendisi’ olabilmekten dolayı mutlu olmuş bir kadını, Adile Naşit’i anlatıyor. Büşra Uyar/Posta Kitap
Geçmişe özlem, toplumumuzun belkemiği. Belki binlerce kez gösterilen bir Yeşilçam klasiği tekrar gösterilirken yine de duygulanırız: Birbirilerine samimi iplerle bağlanmış olanlar kazanacak ve kötüler kaybedecektir; iyi tarafın samimi ipleriyse şen kahkahasıyla, minicik bir “anne” tarafından ince ince işlenecektir. O anne, şüphesiz ki Adile Naşit.
Hayatının çok büyük bir kısmını tiyatroda ya da sinemada “anne” rolleriyle geçirmesi ve bir toplumun sessiz sedasız, sevgi dolu annesi olmayı kabul etmesi bizi ona bağlıyor. Öyle ki, bir süreden sonra Naşit, her insanın aşması gereken anne/baba figürü olmaktan çıkıp incitmeyen ve baskılamayan, “otoriter” tavrından sıyrılmış bir anne figürü halini alıyor. Bu durum bir oyuncu için, özellikle de sanat hayatı boyunca oynadığı rollerde serbest kalamayan bir oyuncu için muazzam bir başarı. Bu başarıyı anlamlandırabilmekse Adile Naşit’i ve içine doğduğu, var ettiği sanat ortamını, dolayısıyla dönemin Türkiye’sini anlamaktan geçiyor. Bu noktada İletişim Yayınları’ndan çıkan “Oyuncu- Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit” son derece başarılı ve ayrıntılı bir kaynak olarak okuru uzun bir sanat yolculuğuna çıkarmaya hazır, bekliyor.
Sahnelerde büyüdü
Sibel Öz’ün incelikli çalışması, okurun sorgulama ve eleştirme güdüsünü tetikleyecek üç bölümden oluşuyor. Adile Naşit ve ailesinin ana eksende olduğu ilk bölüm, Naşit ailesinin tiyatro gücünü anlatırken bir yandan da çok başarılı bir kültürel ve siyasi Türkiye portresi çiziyor. Bu portre son derece ufuk açıcı; uzun yıllar boyunca birçok görevi üstlenmiş sözlü edebiyat ve tiyatro kültürünün bıçakla kesilircesine geride bırakılması, onu var eden sanatçıların değerinin bilinmemesi gibi çarpık ve yıkıcı tavrın varlığı, aslında Naşit’in de varlığını etkiliyor. Lakin bu bölüm karamsar olduğu kadar da renkli; zira adeta bir karnaval atmosferi içinde Naşit Bey ve arkadaşları Türk Tiyatrosuna yeni boyutlar kazandırırken sağa sola koşturan iki hınzır çocuk da tiyatrolarda ayağımıza dolanıyor: Selim Naşit ve Adile Naşit! Kelimenin tam anlamıyla sanatın içine doğan iki kardeşin, özellikle Adile Naşit’in hayatıyla beraber bireysel ve toplumsal, kültürel ve siyasi hayatın her daim nasıl değişebildiğine ve iki kardeşin inatçı mı inatçı “sanatçı mayası”na şahit oluyoruz.
Adile Naşit’i trajik yaşam öyküsü ve titiz sanatçı kişiliğiyle tanıdıktan sonra, onun en aşina olduğumuz hallerine ve Yeşilçam Sineması’na odaklanıyoruz. Yeşilçam Sineması’nın nostaljik, insana “evinde” hissettiren o büyüsü inkâr edilemez tabii, ancak sorgulayan her insan için de Yeşilçam bir o kadar da “problemli”: Toplumsal uçurumları ancak zengin-fakir aşkına sıkıştıran hikâyeler, defalarca kör göze parmak misali izleyiciye empoze edilen çıkarımlar ve çok uzun bir süre boyunca boyutsuz bırakılan karakterler... İşin mutfağında ise diğer disiplinlere kıyasla bambaşka bir organizasyon ve üretim şekli. Yeşilçam, bu sorunlu iç dinamiklerinin yanı sıra, ülkenin her daim değişen siyasi atmosferinden de ağır yaralar alıyor. Ertem Eğilmez ve ‘özgür kafes’ yılları Sibel Öz bu noktada “oturmuş”, ancak bir o kadar da sallanan tekinsiz düzende kendi disiplinini oluşturabilmiş Ertem Eğilmez’i de incelemesine katıyor. Ertem Eğilmez’i anlamak mühim; zira Adile Naşit’in nitelikli sinema yolculuğunun ve oyunculuğunun hapsolduğu “özgür kafes”in sınırlarını kestirebilmeyi mümkün kılıyor. Bu özgür kafesin sınırları aslında Sibel Öz tarafından başarıyla gösteriliyor. Hababam Sınıfı serisinden bu yana kimi zaman evlatlarını “kuzu” olarak gören ve onlara asla kızamayan bir ana, kimi zaman yarı deli bir şen kahkaha, kimin zaman abisinin zaptedemediği bir “erkek delisi”, kimi zaman bozuk Türkçesiyle bir abla, kimi zaman ise inatçı mı inatçı, domestik bir eski eş; ancak hepsinden çok, Adile Naşit her daim rolünden ve kendi gerçekliğinden kopabilen, kara kutunun ve beyaz perdenin sınırlarını aşıp bize dokunabilen bir ana. Tüm sınırlı rollerini aşan ve onları anlamlandıran oyunculuğu, sımsıcak lakin bir o kadar da mesafeli kişiliğiyle Adile Naşit bir ana olmanın yanı sıra aynı zamanda da bir “Anti-Yıldız”.
“Baba, ben dram oynamam.”
Bilinçiz bir başkaldırı
Sibel Öz, Yeşilçam’ın yıldız sistemine odaklanarak Adile Naşit’in anti-yıldız”ığını anlamlandıyor ve böylece kitabının en sorgulayıcı bölümüne imza atıyor. Evet, o “ideal” vücuda sahip değil, “ideal” etnik kökenden, “ideal” cinsiyetten de uzak: 1.45 boyu ve 32 numara ayaklarıyla, şen şakrak bir Ermeni “Adela” o. Hiçbir zaman başrolde değil, ama her zaman kendi rolünden ve tüm rollerden bir tık ötede. Üstelik bencillikten, egodan kaynaklanan bir öte değil bu, son derece anaç bir ötelik. Sistemli değersizleştirilme, bilinçli ya da bilinçsiz başkaldırmayı beraberinde getiriyor; tarihin her döneminde örnekleri olduğu gibi…
Adile Naşit de tam manasıyla Yeşilçam düzenine ve dolayısıyla Türkiye’ye başkaldıran bir karakter. İşte “Oyuncu” kitabı da, başarılı bir oyuncuyu ve hayatı boyunca kendi ayakları üzerinde durmuş sevgi dolu bir kadını anlatırken bir yandan da kültürel, tarihî bir panorama oluşturuyor ve bu panoramaya yenik düşmeden ya da onu ezmeden, sadece “kendisi” olarak yıldız olabilmiş, en önemlisi de her zaman “kendisi” olabilmekten dolayı mutlu olmuş bir kadını, Adile Naşit’i anlatıyor.
- Milliyet Mimarlık Dergisi’nin 46. Sayısı Bu Pazar Bayilerde!
- Kapadokya’nın yeryüzü ve yer altı hikâyesi Milliyet Arkeoloji'de
- Sanat Sohbetleri’nin ilki Çanakkale Bienali’nde yapıldı
- ‘Çocuklar için kurduğumuz kitap kulübünde her hafta farklı yazarları ağırlıyoruz’
- Milliyet Mimarlık Dergisi’nin 45. sayısı bu pazar bayilerde!