Posta Kitap’ın daimi yazarlarından Meryem Gültabak, ilk romanı ‘Aurora’nın İlk Öpücüğü’ ile çıkıyor okurların karşısına. Yazımı altı yıl süren bu gençlik romanının serüvenini Gültabak ile konuştuk
04 Kasım 2017 , Cumartesi 05:00
Emine YILDIRIM
Bu romanı ne zaman yazmaya başladın?
Aslında 2011… Altı sene sürmüş gibi görünüyor ama o kadar uzun sürmesinin sebebi bir yandan da tam zamanlı çalışıyor olmam yazdığım süreçte. Son iki senede de fikrine güvendiğim arkadaşlarım okudu. Bana geri döndüler sağ olsunlar. Kendi kendime de epeyce düzenleme yaptım onlar sayesinde. Son senede de yayınevinin yönlendirmesi ile çalıştık kitap üzerinde. Ve altı senin sonunda bugünkü haline geldi.
Aurora'nın İlk Öpücüğü
Meryem Gültabak
Küsurat Yayınları
304 sayfa
Neden ilk romanın olarak gençlik romanı yazmayı tercih ettin?
İlk gençlik ya da ergenlik çağında insanın karakterinin, en sivri halinde olduğunu düşünüyorum. Duygular çok yoğun. Kontrolü zor. Ergen sen, gelecekteki senin ilkel ve vahşi bir versiyonu gibi geliyor bana. Bir yandan çok zor. Her duygu durumunun ilk halini tecrübe ediyor insan. Ailenin korunaklı yuvasından çıkıp hayat ile tanışmaya başlıyor. İlk gerçek hayal kırıklığı mesela. Herkes için zor olmuştur eminim. Elinden tutan anne baba da yok. Ki olsun da istemiyorsun. Kendin mücadele etmek istiyorsun ama duygusal olarak malzemen de yeterli değil henüz… O mücadeleyi özledim sanırım. Bir daha hiçbir duygumu o kadar çıplak haliyle görmedim ve yansıtmadım da. Bir daha ergen olmak istemem ama hatırlamak güzel geldi.
Aurora’nın karakteri için nerden ilham aldın?
Aurora’nın önce ismi gelmişti aklıma. Kendi kendime söylediğim bir tekerlemeydi. Sonradan karakter haline gelmeye başladı kafamda. İnternette aradım. Dünyanın başka bir yerinde Aurora Hanniganlar var yaşayan. Bir tanesi dikkatimi çekti. Profil fotosu olarak dev bir şelale manzarasında küçücük göründüğü hatta yüzünün hiç görünmediği bir fotoğraf kullanıyordu. O kadar küçük görünüyordu ki pembe kalın bir paint fırçası ile kendisini daire içine alıp ok çıkarmış, “me” yazmıştı yanına. Görünmek istiyordu. Öyle bırakmamıştı fotoğrafı. Hem de çok görünmek istiyordu fosforlu pembe işaretinden anladığım kadarı ile ama saklanmak istiyordu da bir yandan… Beni etkileyen bu çelişkisi oldu. Bunun dışında biraz kendimden biraz tanıdığım tüm kadınlardan bir şeyler var…
Aurora’nın özgüven eksikliğini ve mütemadiyen yaşadığı bocalamaları çok komik ama içten bir şekilde aktarıyor kitap. Bu duyguları işlemek senin özellikle vurgulamak istediğin bir şey miydi?
Özgüven çok zor inşa ettiğim ve sağlamlığından asla emin olamadığım bir yapı hâlâ. Hayatta karşıma çıkan her zorluk sağlamlığını sınıyor. Ergenlik çağında daha inşaatı devam ediyordu dolayısı ile şantiyesel sorunlar vardı bir de ortada. Harç bitiyordu, malzeme kalitesiz çıkıyordu, kullanılan demirler paslanıyordu vs… Yine de iyi kötü bir yapı çıktı ortaya. Şimdi o evin sağlamlığını her sınadığında hayat, her onarım gerektiğinde o inşaat sürecini hatırlıyorum. Sonuçta, onarımlar, yıkımlar geçirse de o zaman yaptığım evin içinde yaşıyorum hâlâ. Herkes için böyle olduğunu düşünüyorum. O yüzden vurgulamak istedim bu tarafını Aurora’nın. Bir kadının kendi evini inşa ediş sürecini anlatmak için…
Aurora’nın en güzel taraflarından biri, aslında bu “lisede popüler olma” meselesi üzerinden çok daha derin sorulara yelken açması. Popülerlik kaygısı hakkında ne düşünüyorsun, insanların üzerinde nasıl bir etki yaratıyor?
Büyük ve tehlikeli bir mevzu bu. Özgüven demiştik ya pek çoğumuz için özgüvenin en bağlı olamaması gereken ama bir yandan da en bağlı olduğu alanın başka insanların fikirleri olduğunu düşünüyorum. Başkaları tarafından beğenilmek, takdir görmek hatta o noktalara gelmeden önce “fark edilmek” benim ergenlik çağımda da önemliydi hâlâ pek çok insan için önemli. Günümüzde çok büyük bir kitleye açıyoruz kendimizi dolayısı ile beğenilme, takdir görme, kabul edilme arzusunun ve buna bağlı kaygıların da buna göre şekillendiğini, büyüdüğünü düşünüyorum.
Gelelim aşk meselesine. Yani ‘hayalimizde yaşadığımız aşk’ ve ‘gerçek hayatta yaşadığımız aşk’ ikilemine. Kitap bu iki temayı da çok zekice harmanlıyor. Peki, senin tercih ettiğin aşk, nasıl bir aşk?
Aşk kavramının insanla birlikte büyüyüp değiştiğine inanıyorum ben. Ergenlikte çok olur. Birine âşık olursunuz ama kişisel gelişimiz o kadar hızlı ve dalgalıdır ki, “Ben buna mı âşık olmuşum, nesini beğenmişim?” derken bulabilirsiniz kendinizi bir süre sonra. Âşık olduğum her insanın benim o zamanki duygusal zaaflarımın vücuda gelmiş halleri olduğunu düşünüyorum. Dolayısı ile gerçekten yaşamış olsam da hepsinin aslında hayalimde yaşattığım aşklar olduğunu düşünüyorum. Platonik ile gerçek aşk arasında bir fark göremiyorum bu sebeple. Aşkın ne evliliğe ne de ilişkilere bağlı olduğunu düşünüyorum. İnsanın duygusal zaafları sürdüğü sürece ki ben biteceğine inanmıyorum her an başka başka kişilere âşık olacağını düşünüyorum.
Aurora’nın diğer gençlik aşk romanlarından farkı hiçbir karakterini yüceltmiyor, iyi veya kötü diye kodlamıyor, ve hepsine eşit mesafeden yaklaşıyor. Bu seçimin arkasında yatan düşünceyi bize açıklar mısın?
Kötü insan yok gibi geliyor bana. İyi insan da yok. Hepimiz duygusal ihtiyaçlarımız kadar iyi ve kötü oluyoruz. Değişiyor yani içinde bulunulan duruma, insanın o anki şartlarına, konuma göre. Bir de en önemlisi o hikâyeyi kimin anlattığına göre tabii ki. Aurora Hannigan benim ana karakterim olduğu için diğer karakterlere onun konumundan bakıyorum elbette. Allah’tan benden daha az yargılayıcı ve daha olgun bir kız ki etiketler takmamış kimseye. Onun marifetidir. Önyargılı bir tip değil demek ki.
Haberin Devamı