Safa Önal 81 yaşında. Yaşamının 58 yılı Türk sinemasında geçmiş. Neredeyse Yeşilçam'a girişiyle yaşıt eski usül bıyığını ise 1952'de askerden dönünce bırakmış, bir daha da kesmemiş...
SERAL CUMALI
scumali@posta.com.tr
Safa Önal, 395 filme alınmış senaryosuyla Guiness Rekorlar Kitabı’nda yer alıyor. Bir nesil, aşkı, gerçek aşkın zengin-fakir ayırımı yapmadığını onun yazdığı bu senaryolardan öğrendi, kardeşi Sezen Cumhur Önal’ın yazdığı şarkılarla yaşadı... Safa Önal’la eski filmleri, aşkları konuştuk; ister istemez günümüzle kıyasladık...
395 filme alınmış senaryonuzla Guiness Rekorlar Kitabı’na girmişsiniz...
Fazlası var. Tredmanlarımdan da film yaptılar, 50’den fazla fotoroman, 500 bölüm televizyon dizisi senaryosu yazdım...
Bu kadar senaryo sizi zengin etti mi?
Hayır. 38 tane de yönetmenliğim var. Yapımcılar, bölge işletmecilerinden gelen senet ve vadeli çekleri bankerlere kırdırarak film yaparlardı. Emeğime karşılık trilyonlar kazandılar. Ama benim adıma hiçbir şirket senaryo ya da yönetmen primi yatırmamış. Şu anda hiçbir sosyal güvencesi, emekli maaşı bile olmayan bir vatandaşım. Affedilir gibi değil.
Telif hakları için mücadeleniz vardı...
Avrupa Birliği’ne girmek için Avrupa’dan alınan kanuna benim ülkemde, “Bu yasa 95’ten sonraki filmler için geçerlidir” maddesi eklendi. Yüzlerce filmimizden bir tek kuruş alamamaktayız. 16 sinemacı dava açtık. Atıf Yılmaz borçlu gitti. Bülent Oran, “10 liracık alayım öyle öleyim” demiştir, alamadan gitti. Erdoğan Tünaş, Sırrı Gültekin de gitti, Orhan Aksoy yarım papuçla gitti. Davaları Türkiye’de kaybettik. Tek başıma Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdum. Bir televizyon şirketiyle olan davamda ilk defa bizim mahkememiz de beni haklı buldu. Kaybettiklerimizi alamayacağız; önümüzdeki günlerde açlıktan, ev kirası ödeyememe durumundan kurtulacağız.
O eski filmleri neden çok sevdik?
Çünkü bizdendiler. Sevdası da, intikamı da, öfkesi de, sevinci de, çevresi de, yaşam biçimi de bizdendi. Arkadaşlarım sinemaya seyirciyi getirdi, bir daha da çıkmadı seyirci. Terör nedeniyle 80’den önce durağan bir döneme girdi sinema, çünkü hava kararınca kimse gitmiyordu. Evlere televizyon gibi yeni bir oyuncak da girdi. Sinema tepetaklak oldu. Sonra yavaş yavaş yeniden toparlandı. Genç sinemacılar bu işe yürek koyuyor.
Onları nasıl buluyorsunuz?
Bazıları bizim gibi, bizim insanımızın filmini yapıyor ve seyirciden karşılığını alıyorlar. Mesela ‘Babam ve Oğlum’ halis Yeşilçam filmidir. Yeniler sanki biraz hazırlıksız gelmişler. Olsun, sinema yapsınlar yeter.
Yine de eski Yeşilçam dönemi kadar film çekilmiyor...
Çok şükür yılda çekilen film sayısı 70’e çıktı. Ama kalabalık seyirciyle buluşan filmlerin sayısı 5-6’yı geçmiyor. Diğerleri en az 5 yıl sinemanın yanından geçemez hale geliyorlar. Çünkü burun kıvıracağınız bir filmin maliyeti 1 trilyon şimdi.
Eskiden ne kadar film yapılırdı?
Ayda 25, senede 300. İşhanları kapanıp sinama salonu haline geliyordu. Büyük bir sanayi haline gelmişti sinema.
Konular da değişti...
O zaman yabancı hayranlığı içinde değildik. Yavaş yavaş kendimizi anlatmaktan vazgeçer hale geldik. Aşklarımızda da, ihanetlerimizde de ailemizde de, baba-oğul, anne-kız ilişkimizde de yabancılaştık. Amerikan sinemasının getirdiği, herhangi bir ülke insanı gibi sevme ve yaşama biçimlerine döndük. Seyirci seyrettiği ile kendi yaşamını bağdaştıramayınca da sinemaya gitmedi.
Yaşam biçimimiz de değişmedi mi?
Mahalleler, komşuluklar, evler bitip her şey apartmana dönüşünce o komşuluklar, “Bir maniniz yoksa annemler akşam size gelecek”ler, bir kap tatlı yollamalar, hepsi bitti. Cep telefonsuz 70 sene yaşadım, son 10 senedir hayatımda; şimdi onsuz yapamıyorum. Bugün teknoloji imrendiriyor, ağzının suyunu akıtıyor ama sana onu alacak imkanı vermiyor. Öyle olunca bugünün insanı ister istemez çok mutsuz.
Bu, aşklara nasıl yansıdı?
Anonim bir aşk haline gelmekte...
Nasıl?
Yani bu aşk Danimarka’da da, Fransa’da da, Patagonya’da da olur. Oysa her ülkenin kendine göre bir geleneği, töresi, yetişme tarzı, aile yapısı vardır. Eskiden bizde evden ayrılmak bir genç kız, hatta bir genç erkek için bile evlilikle mümkündü. Hem mutluluk getirici, hem gözdoldurucuydu. Rahmetli dayımın kızının düğününü hatırlıyorum... Dayı kızı kulağıma “Biz birazdan vedasız gidiyoruz, bir tek sana veda ediyorum” dedi ve gelinle damat el ele arabaya koştular. Arkalarından dayım; “Hırsız vaaar. Kızımı kaçırıyorlar” diye bağırıp ağlamaya başladı. Sonra da, “Ben şimdi onun odasına nasıl gireceğim” diye ağladı. Bu bizdik!
Aşkın yaşanışı da bambaşka değil mi?
Akşam vakti yolunu beklemek, “Bir kere yüzünü görebilir miyim?” demek, değişen yaşam şartlarıyla öldü. Aşklar gitti çünkü yaşam değişti. Yaşamın mahrem tarafı kalmadı, her şey ortada yaşanmakta. Teknoloji de işi bitirdi. Sevgililer birbirlerine mesaj atıyorlar. Oysa, mektuplaşma, “Yarım saat birbirimizi görebilir miyiz?” heyecanı aşkı besler. Artık bir yerde gidip oturalım, gizli gizli birbirimizin elini tutalım yok. Birbirlerine hasret duymadan, istedikleri her an buluşup konuşunca, aşktan söz etmek benim dışıma düşüyor. Onun için boşanma mahkemeleri adam almamakta. Çoğunluk üç yıllık evlilikler. Bir takım aile yapıları, ahlak telakkileri de değişti. Bu durumda aşktan bahsetmek insanı zorluyor!
Aşk yok mu artık?
Aşk var. Ama o kadar kolay ulaşılır oldu ki! Şimdi dönemin aşkını yazsam millet poposuyla güler. Çünkü böyle bir şey kalmadı. Pencereden pencereye bakışmak bile kalmadı. Aile düzeni içinde de saygı eksikliği var. Yüzgöz olmuş durumdalar. Yaşam şartları zaten ana babaya saygıyı, ev içinde barışı, sulhü, sevgiyi azalttı. Para imkanının olduğu evlerde biraz dostluk, biraz huzur var. Öbür evlerde yok. Bayramlarımız barışmak için, aile yemekleri için bir vesileydi, şimdi kentler boşalıyor. Bütün yeni buluşların insanı mutlu değil mutsuz ettiğine inanıyorum. İstediği telefonu almak için günlerce yemeği bir tost ve bir ayranla geçiştiren genç kız biliyorum.
Eski filmlerde hep zengin kız-fakir erkek aşkı işlenirdi. Bugün böyle bir senaryo ne kadar gerçeği yansıtır?
Zengin- fakir meselesi bugün daha çok var. Zengin daha çok zengin, fakir daha çok fakir. Fakat öylesine ayrıldılar ki aşk yaşamaları için buluşabilme imkanı daraldı. Zengin takım büyük kentlerde yüksek duvarların arkasına çekildi. Kapıya bir kontrol kulübesi, bir de kaldıraç koyuyorlar. Eskiden orta halli bir mahallede bile 3 tane de zengin aile vardı ve herkesle dosttular. Bugün öyle bir mahalle yok sanıyorum.
Film çektiğiniz mahallelere giriyor musunuz?
Tarık Akan’la Necla Nazır’ın oynadığı ‘Umut Dünyası’nı Küçük Ayasofya’da çekmiştim. Kasabı, bakkalı, manavı, kahvesi, berberi yanyana olan bir mahalleydi. Herkes birbirini tanıyordu. O sıcaklık filme de geçmişti. Geçen sene bir televizyon ekibiyle oraya gittim, butik oteller yapılmış, ne kasap, ne manav, ne kahve var. Çengelköy’de ‘Dertler Benim Olsun’ diye Orhan Gencebay filmi çekmiştim, oraya gidelim dedim; orası da yok olmuş.
İlginç anılarınız vardır...
O filmde, Orhan Gencebay karpuzcu Sabahattin’i, Perihan Savaş da onun zengin kızı sevgilisini oynadı. Meydana çok güzel bir karpuz sergiyi kurduk. Senaryoya göre Sabahattin’in hasımları sergiyi yıkacaktı. Bir akşam vakti üç kişi geldi; “Ne zaman bitiriyorsun filmi? Biz bu sergiyi senden satın alalım, burada karpuzculuk yapalım” dediler. Paraları da hazırlamışlar; ben “Olmaz” dedikçe boyuna fiyat artırıyorlar. Biraz da içkiliydiler. Kısacası sinema hayatın içinde, hayat sinemanın içindeydi; öyle bir güzellikti.
O güzel aşk filmlerini yazdınız, siz de o güzel aşklardan yaşadınız mı?
Herhalde yaşadım ki yazdım. Yaşanmadan, sadece hayalen, herhalde böyledir diye yazılmaz. O aşkı tatmak, o sıkıntılara, o heyecanlara, umutlara, umutsuzluklara, kıskançlık ve hayranlıklara girmek zorundasınız. Geceniz gündüzünüz birbirine karışacak... Uykunuzdan, yaşamınızdan, eğlencenizden vermeden nasıl yazabilirdiniz ki?
Arda Uskan yazmıştı; “Senin annen bir melekti yavrum” Bülent Oran’ın, “Size baba diyebilir miyim amca?” ise sizin buluşunuzmuş... Bunlar nasıl çıktı?
Ufacık bir çocuk babasızsa, o hasreti duyuyorsa, babası olan çocukları görüyorsa, içinden gelmez mi birine baba demek? Hoş değil mi?
Star sistemi sizi çok zorlar mıydı?
Hem kadın hem erkek oyuncu stardı. İkisine de beğendirmek zorundaydınız. Yönetmen, yapımcı da stardı. Senaryosunu yazdığım ilk kült filmimiz ‘Vesikalı Yarim’i çeken Lütfü Akad; “İyi bir senaryodan kötü bir film yapılabilir, ama kötü bir senaryodan iyi bir film çıkmaz” demiştir.
Favori oyuncunuz var mıydı?
Favori oyuncum Türkan Şoray’dır. En çok ve en önemli filmleri Türkan Hanım’la yaptım. Sadri’ye (Alışık) 20’den fazla yazmışımdır. Benim et-tırnak arkadaşımdı. Sadri öldü yapayalnız kaldım.
Eski filmlerde dil de çok farklıydı?
Türkçe’yi bitirmek, bizi üzmek halindeler. Ben bir imparatorluk varisiyim; 700 yılın bana bıraktığı dile sahip çıkmalıyım. Fakat da, ama da, lakin de, mamafih de, bilmukabele de demeliyim. Benim sinemamda oyuncuların çoğunu, dilimi iyi kullandıkları için tiyatro sanatçıları seslendirdi. Bir dil şöleni yaşanırdı. Ele bir zap aleti geçti, kitap okuma bitti. Bir milletvekili hanım anlattı, kızına hocası ünlü bir Türk romanını ödevi olarak vermiş. Kızı “Kim okur o koca romanı, internetten özetini indirivereceğim” demiş. Kolaycı, yapay, tembel bir hale gelmemizden korkmaktayım.
Bugün nasıl bir senaryo yazardınız?
Bugünün bugünün aşkını, bugünün para, insan ve yaşam meselesini yazardım.
Yeni film çekecek misiniz?
Evet, nisanda çekeceğim ‘Önce Çocuklar Ağlar’ adlı filmin senaryosuyla boğuşuyorum. Yıllar önce Kerim Korcan’ın ‘Tatar Ramazan’ romanını sinema için senaryolaştırmıştım. Şu anda da televizyon için senaryolaştırıyorum.
Hani ‘Hicran Sokağı’ ile 4 yıl önce jübile yapmıştınız?
Evet jübileydi. Artık benden geçtiğini, son bir film çekerek bu işe son vereceğimi açıklamıştım. Sonra baktım, bu işi hala götürebilmekteyim, sözümden caydım... O filmde dostluğu da gördüm; hem eski dostlardan Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Selda Alkor, Selma Güneri, Ayla Algan, Gülsen Tuncer, Sezer Sezin, Rutkay Aziz, Cüneyt Arkın, Yusuf Sezgin, Engin Çağlar, Süleyman Turan, hem de yenilerden Ahu Türkpençe, Pelin Batu oynadılar. Yaman bir dostluktu...
(29.01.2012 tarihli Pazar Postası'ndan alınmıştır.)
- Kitap tutkunları kaçırmasın!
- Altın Baklava Film Akademisi IX. Uluslararası Öğrenci Film Festivali'ne rekor katılım... Ödüller sahiplerini buldu
- 2024 Notre-Dame de Sion Liseliler Edebiyat Ödülü’nü Laetitia Colombani kazandı
- “Yıldız Anneler” kitabı raflarda yerini aldı
- “Akıl Hastanesinde 5 Yıl” okuyucularını gerçek bir yaşam hikayesiyle buluşturuyor