Bir üçleme olan İFA, (İnsanın Fabrika Ayarları Serisi) ‘Beden’, ‘İlişkiler ve Stres’, ‘Sınırları Aşmak’ adıyla üç ayrı kitaptan oluşuyor. Serinin son kitabı ‘Sınırları Aşmak’ı okurlarıyla buluşturan Dr. Sinan Canan ile kitaplarında insana dair sorguladığı temel sorular üzerine konuştuk. Oya Çınar / oya.cinar@posta.com.tr
‘İFA’nın temel sorularından biriyle başlamak istiyorum; insan neden bu kadar çıplak ve yalnız?
İnsan, biyolojik bir varlık olarak tüm diğer canlılar gibi evrimsel sürecin izlerini bedeninde taşıyor. İnsana doğru giden evrimsel yollarda çok farklı canlılar, farklı özellikleriyle tarih sahnesinde görünmüşler ama artık hiçbiri hayatta değil ve onların yaşamaları için avantajlı olan tüm özellikler de biz insanlarda toplanmış görünüyor. Hepimiz 3.5 milyar yıllık bir evrimsel araştırma-geliştirme sürecinin ürünleriyiz. Bu sürecin son zamanlarında, insana doğru giden evrimsel macera, bedenin zamanla çıplaklaşması ve buna mukabil olarak zihinsel yeteneklerin gittikçe daha çok işe yaradığı bir dizi ortam gereksinimi nedeniyle böyle bir yola girmiş.
Bunu daha basitçe ifade edebilir miyiz?
Şöyle ki; insan yakın çevresi ile uyumsal özelliklerini yitirdikçe, yani pençesi, dişi, kuyruğu, kürkü veya kanatları olmayınca, hayatta kalabilmek için ortamı kendisine uydurabilmek gibi bir zorunlulukla karşılaşıyor. Ve bu sayede her yerde yaşayabilen tek canlı olarak farklılaşıyor. Yani bedenin zayıflığı ve çıplaklığı aslında zihinsel güçlerin gelişimi için en temel neden haline geliyor.
BİR ŞEYLER ÜRETMEMİMİZİN TEMEL MOTİVASYONU DİĞER İNSANLARDIR
Yalnızlık, gerçekten ölümü çağıran bir şey mi? Kulağa çok hüzünlü geliyor. Kendi kendimize yetemeyişimizin nedenlerini nelere bağlıyorsunuz?
Yalnız kalmak aslında arada bir ihtiyacımız olan bir şey; hiç olmaması büyük sorun. Zira günümüz insanı, etrafındaki insanlardan ziyade, dijital irtibat imkanları nedeniyle aslında hiç yalnız kalamıyor. Yalnız kalamayınca da iç muhasebe yapmaya fırsat bulamıyor. Bu anlamda yalnız zamanlar bize çok gerekli. Fakat hayat içinde yalnız kalmak, hele ki kalabalıklar içinde yalnız olmak bize hiç iyi gelen bir durum değil.
Çünkü o tercih etmediğimiz bir yalnızlık…
Evet… İnsan sadece bedensel zayıflığı nedeniyle diğer insanlara ihtiyaç duymaz. Duygusal olarak da başka insanlar olmadan yaşamayan bir canlıdır. Bir şeyler üretmemizin, sanat yapıtları ortaya koymamızın ve kendimizi zinde ve bakımlı tutmamızın temel motivasyonu ağırlıklı olarak diğer insanlardır. Bu bağlamda, diğer insanlara ulaşamama yahut yakında olsalar bile iletişim kuramama, hayatımızı hatırı sayılır oranda eksik yapar. Gerçek ve gönülden ilişkiler içeren bir sosyal çevre, bizim stres düzeyimizi azaltır ve ömrümüzü uzatır.
İNSANIN ACZİYETİ GÜCÜNDEN GELİR ÖLECEĞİNİ BİLE BİLE YAŞAYAN İNSAN, BU YÜZDEN HİÇBİR ŞEYDEN TAM OLARAK KEYİF ALAMAZ
Kitapta sık sık insanın acziyetine değiniyorsunuz. Bilgiye ulaşmanın bu kadar kolay olduğu günümüzde, insan bunu neden aşamıyor sizce?
İnsanın acziyeti aslında bilmek ve problem çözebilmekten çok, yaşamı anlayabilmek ve kendi hayatını doğru yaşayabilmekle ilgili. Dolayısıyla insanın gerçek acziyeti, gücünden gelir. Öleceğini bilen tek canlı olarak ölüm karşısında acizdir. Aldığı zevklerin biteceğini bilen bir canlı olarak hiçbir şeyden tam keyif alamaz. Anlam arayan tek canlı olarak çoğu zaman yaşamın anlamını tek başına bulamaz. Yani insanın acizliğine neden olan sorunların cevabı Google’da bulunmaz. Bunlar ancak bilgece yaşanan bir yaşamın ödülü olarak gelebilir ve bu cevaplar da çok kişiseldir; başkasına anlatması ve onlara merhem olması zordur.
KARŞIMIZDAKİNİ ‘HER ŞEYİMİZ’ GİBİ GÖRMEK, ONA TAŞIYABİLECEĞİNDEN FAZLA YÜK YÜKLEMEKTİR
Üçlemenin ikincisi: ‘İlişkiler ve Stres’, içinde bulunduğumuz günlerde özellikle tam bir başvuru kitabı. Doğru ilişki, belirttiğiniz gibi gerçekten şifa. Ama o ilişkiyi nasıl kuracağız?
Çok zor bir soru, zira doğru diye tarif edebileceğimiz bir tanım bulmak, insanın şu nihayetsiz çeşitliliğine bakınca, pek güç. Fakat herkes için geçerli olan ilkeler az sayıdadır ve anlaşılabilir olan da bu ilkelerdir. Mesela insana saygı, özgüven, tevazu gibi hasletlerin gelişmiş olması her yerde olduğu gibi ilişkilerde de ilişki sağlığını belirleyen önemli faktörlerdir. Karşıdaki insanı ‘her şeyi’ gibi görmek, o insana taşıyabileceğinden fazla yük yüklemektir. Mesafe, aşk ateşiyle yansanız bile, en gerekli şeydir. Arada muhabbet rüzgarlarının esmesine izin verir.
Ne güzel ifade ettiniz…
Çünkü biz, her konuda olduğu gibi, ilişkileri de hızlıca tüketmeye dayalı bir toplumun üyeleriyiz. Bundan dolayı ne mesafeye ne de duyguları sindirmeye vakit kalıyor. Hemen elde etmek, hemen ikna etmek, hemen hemfikir olmak, tatmin olmak ve karşılığında hemen ödül almak istiyoruz. Ekseriyetle naza, beklemeye, gözlemlemeye, anlamaya vaktimiz yok.
ALEMLERİ YARATAN GÜÇ NE İSE İŞTE ONUN DÜNYADAKİ TEZAHÜRÜNE ‘SEVGİ’ DERİZ
Kitapta Frank A.Clark’tan bir alıntı yapıyorsunuz. Orada diyor ki: Her bebek sevilme ihtiyacı ile doğar ve hiçbir yaşta bu ihtiyaç geçmez. Sürekli sevgi beklentisi içinde olmak, çok güç ve yıpratıcı değil mi?
Bu istek bizim hakim olabileceğimiz yahut zamanla eğitebileceğimiz bir istek değil. Varlığın özü. Alemleri bir arada tutan güç ne ise, işte onun insandaki tezahürüne biz ‘sevgi’ deriz. İnsan, tek olamayan bir varlıktır ve varlığının anlamını ancak onu bilen, gören, dikkate alan başkaları ile duyumsayabilir. Düşmanı da olsa bir insanın hayatında birilerinin var olması, olmamasından yeğdir. Sevgi dediğimiz o genel ihtiyaç, bu temel varoluşsal ihtiyaçtan gelir.
Onu hiçbir şekilde dönüştüremez miyiz?
Belki zamanla yerine başka şeyler koyarız; bu isteği başka formlara dönüştürebiliriz. Mesela, yazarız, sanat üretiriz, beste yaparız, bilimle uğraşırız. Ama bunların hepsi son tahlilde yine diğer insanlar içindir. Bir başkası olmasaydı, biz hiçbir şey yapmazdık, hiçbir şey üretmezdik. Bunu derinlemesine düşünmek lazım…
Altını çizdiğim bir cümleniz var, “Bunu ben bizzat yaşayarak mı keşfettim, yoksa bana başkaları mu uygun gördü?” diyorsunuz. Seçimlerimizde sandığımız kadar özgür değil miyiz?
Çok güzel soru! Benim o “Bize verilenlerle ben oluyoruz” iddiam, aslında sadece adımız ve dinimiz gibi çocukken karşılaştığımız şeyler değil. Gerçek benlik bilincine ulaşmadan önce öğrendiğimiz ve benimsediğimizi zannettiğimiz hemen her şeyde aynı filtrelerin izi var. Mesela, ailesine tepki olarak dini inancını değiştiren birisi, aslında özgür bir seçim yapmış değildir. Sadece kaçması gereken bir durumdan kaçmak için gereken bir adımı atmıştır ve o kaçış bile onun tercihi değildir. Mizacı, yüklendiği insanlık rolü, onu otomatik olarak böyle bir yola iter. Gerçekten keşif nasıl olur? Bu hayli karmaşık bir konu ama anlayabildiğim kadarıyla; o aşık olmak gibi bir şeydir.
Nasıl yani?
Tarif edemezsiniz ama hissedersiniz. “İşte bu” dersiniz. O hale geçtiğinizde büyük bir tamamlanma hisseder, ondan sonra daha barışık ve mutedil bir insan olursunuz. Bu hayatta, “Ben tamamım, oldum, bildim” demek, önümüzü tıkayan en büyük engeldir.
- Yoğurdun içine koyup kaşık kaşık tüketin! Yiyenler kolesterol nedir bilmiyor, bağırsakları motor gibi çalıştırıyor
- Tütün kadar zehirliymiş: Bardak bardak içiyoruz ama tansiyonu, şekeri tavan yaptırıyor
- Beyaz saçlardan kurtulmanın en doğal yolu: 1 saat bekletince saçlar eski rengine dönüyor, boyatmaya gerek yok
- Ehliyet yaşında büyük değişiklik! Gençler direksiyon başına daha erken geçecek
- Tırnağı böyle olanlar soluğu hastanede alsın! Mantar, egzama ve sedefin yanı sıra organ sağlığına işaret ediyormuş