'Tek taş diye satılan cam parçası olabilir'
Atilla Anlı, Türkiye'nin ilk pırlanta ithalatçısı ve en büyük mücevher ihracatçılarından. Mücevherle tanıştığında 10 yaşındaymış. İlk dükkanını açtığında ise 15. İstanbul- Nuruosmaniye'de, kapısında 'Only One by Atilla Karat' yazan yere girince kendinizi 'minyatür bir mücevher dükkanı'nda sanabilirsiniz
Röportaj: Seral Cumalı
scumali@posta.com.tr
Ama burası, banka kasası kalınlığında bir kapı ile bambaşka bir dünyaya açılıyor. Bir kat taş cenneti; elmaslar, pırlantalar, yakutlar, zümrütler... Diğer kat bu taşları ve altını tasarlayan ekibe ait. Bir diğer kat, mücevherlere biçim veren ustaların. Burada yapılan mücevherler dünya zenginleriyle buluşuyor. Atilla Anlı’dan mücevheri öğrendik, renkli hayatını konuştuk.
Mücevherle ne zaman tanıştınız?
Babam Mardin’de iplik-boya ve toptan bakkaliye işindeydi. Çocukken annemden el işi yapmayı öğrenmiştim. Hâlâ çok güzel ve hızlı el işi yaparım. Tesbih yapar, gazlı çakmak tamir ederdim. Hayat dolu, yerinde duramayan bir çocuktum. Yöredeki sıkıntılardan dolayı 1964’te 10 yaşımdayken Mardin’den İstanbul’a gelip çok iyi bir mücevher ustasının yanında işe başladım. İstanbul’da amcam vardı ama evi dükkana uzak olduğu için Kumkapı’da tek başıma kaldım. Hep koştururdum, ustam şaşırır, “Gözlerin on oynuyor” derdi bana. Ek gelir olsun diye akşamları Sirkeci’deki Büyük Postane’nin oradan bozuk gazlı çakmakları toplayıp evde tamir ederdim. Böylece çıraklıktan aldığım paradan üç misli para kazanırdım. Ustam da bazen beni sıkıştırırdı; “Parayı nereden buluyorsun? Bir şey mi yapıyorsun?” diye. Sonunda anladı ki ben defineyi bulmuşum; o zaman Dupont’lar yeni çıkmış, herkeste bir tane var. 1970’te ustama şöyle dedim; “Ben üç ay sonra sizden ayrılıyorum. Ufak bir atölye açacağım. Müşterilerinize gitmeyeceğim, sizin bulunduğunuz ortamdan uzak duracağım. Sizden rıza göstermenizi istiyorum...”
Kaç yaşındaydınız?
15’imdeydim. Atölyemde 7-47 yaş arasında 40 tane elemanım vardı. 1973’te kurulan Kuyumcular Odası’nın kurucuları arasında yer aldım. Lisan bilmiyordum, 1980’de İngiliz Kültür’e gittim, hemen öğrendim. Mardinli olduğum için Arapça’yı zaten biliyordum. Bir yandan da liseyi bitirdim. Hedefim doktor olmaktı ama doktor olursam insanlardan para alamayacağımı düşündüm. Sanat sevdası çok ağır basıyordu, konservatuvara yazıldım. Oradan atıldım. Sonra bu meslekte karar kıldım.
Kuyumculuk o zaman farklı mıydı?
Kuyumculuk, o zaman kuyumculuktu. Ufak atölyeler, hatırı sayılır kıymetli ustalar, renkli hayatlar vardı Türkiye’de. Bugün arasak da bulamayız. 1984’e kadar sektör çok sıkıntı yaşadı. Fatura, kayıt yoktu, her şey kaçak, herşey ezbereydi. Ayşe Hanım broş satardı, onu satın alır, başkasına yüzük, bilezik yapardık. Rahmetli Turgut Özal’la birlikte Suudi Arabistan’a seyahat ettiğimizde onun tercümanlığını yapmıştım. Rahmetli, dönüşte bana “Mücevheri nasıl yaparsınız, taşları nereden alırsınız, nereye getirirsiniz?” diye sormuştu. Bu konuşmadan sonra Allah ilk pırlanta ithalatını bana nasip etti Türkiye Cumhuriyeti’nde.
Hep eski ustalardan söz edilir. Neden yok oldular?
Yanlarına ‘hırsızdır’ diye yabancı almadılar, onlar yaşlandı, iyi eleman yetişmedi. Ama haklılardı; kuyumcunun tozu bile altın. O yüzden eski usta-çırak ilişkisi de tarih oldu. Bugün, elimizdeki cevherleri değerlendirmeliyiz. Üniversiteler bünyesindeki kuyumculuk bölümlerini desteklememiz lazım. 22 Mart’taki İstanbul Mücevher Fuarı’na, Ankara’daki Gazi Üniversitesi’nden 50 öğrenciyi getireceğim. O öğrencilere burs vereceğiz.
‘HER SERİIİIKAYA İNANMAYIN’
Elmas iyi bir yatırım mı?
Tabii ki. 1980’de sattığım taşı getirin bana, dolar bazında yüzde 40 daha fazla ödeyerek sizden alırım. 100 liraya da pırlanta var, 100 bin liraya da, önemli olan ne aldığınızı bilmeniz. Tek taşın listesi vardır, Tekel gibi fiyatı bellidir. Ben bu yüzden “100 liraya pırlanta aldım, 100 kuruşa satamadım”ı kabul etmiyorum.
Ne aldığımızı nasıl bileceğiz?
Güvenilir bir kuyumcudan alacaksınız. Eskiden ‘benim kuyumcum’ diye bir şey vardı. Şimdi o sıcaklığı göremiyorum. Ekmek fırınından çok kuyumcu var. Biraz elense, herkese bu imkan tanınmasa çok sağlıklı olur. Elmas alırken çok dikkat etmeli. Elmas ve pırlanta aynı oluşumdandır. Maden olarak ikisi de elmastır. Kesim tarzı değişiktir sadece. Pırlanta, elmastan yapılır. Sertifika da garanti değil, ben artık bazı sertifikalara da inanmıyorum. Çünkü herkes elinde bir bilgisayar çıktısıyla ‘sertifika’ diye geliyor. Bakıyorum sertifika başka, taş başka... Bunu görünce de kahroluyorum, çıldırıyorum. Bundan sonraki faturalı hayatta, ürünün A’dan Z’ye bilgisinin olmasını istiyorum. Bu olursa birçok kişi vatandaşı kandırmaya çekinecek. İnsanlar bir cam parçasına çok para veriyor. Bir de “Bir alana bir pırlanta hediye” diye reklam görüyorum. Var mı böyle bir şey! Cumhuriyet altını alana bir Cumhuriyet altını hediye veriliyor mu? Pırlantanın bir şerefi, bir haysiyeti var. Yanlış tanıtım, yanlış reklam bunlar. Ben utanıyorum bunları okudukça. Otobüs, minibüs durağında pırlanta reklamı! Pırlantanın ne kadar yere düştüğünü ortaya koyuyor.
Pırlantayı ayağa mı düşürdüler?
Düştü işte efendim. Bir pırlanta alana bir pırlanta hediye dağıtılmadı mı? Ben bunu kabul etmiyorum. Bu anlamda halkın mağdur olduğuna inanıyorum. Buna çözüm getirilinceye kadar susmayacağım.
‘Dürüst davranmadık Arap pazarını kaybettik’
Şimdi kuyumculuk nasıl? Dünyada bir yerimiz var mı?
Dünyada en çok taklit edilen İtalyanlar’dan daha iyiyiz ama onları kopyalıyoruz. Bir çok ustamız buradan gidip çok büyük markalara iş yaptı. Osmanlı takılarına bakın; büyük ustaların elinden çıkmış. Biz kopyalamamalı, kopyalanmalıydık. En büyük eksiğimiz, kendimizi tanıtamamak. Tek büyük arzum, önemli ülkelerde mağaza kurmak. Şu an Dubai, Hongkong, Bangkok’ta çalışmalarım var. Hepimiz ticaret yapıyoruz ama sanatla bütünleştirdiğin mücevheri dünyaya tanıttığın zaman benzersiz olur. Eksiklerimizi tamamlarsak mücevher alanında dünyada ses getirecek durumdayız. İstanbul pırlanta şehri olabilir mesela. Avrupalı kilometrelerce uzağa, Hongkong’a gitmez mücevher almak için. Rus ve Arap pazarı bizim için çok kıymetliydi ama kaybettik.
Neden?
Aradıklarını veremedik.
Ne aradılar, ne verdik?
Çok zor bir soru. Bizden dürüstlük beklediler. “Herkes kötüdür” demiyorum ama daha duyarlı davranmalıyız. Çin ve Hongkong mücevherata el attı, İtalya’yı silip süpürdü.
Yurtdışında niye Dubai, Bangkok, Hongkong’u seçtiniz?
Çünkü Dubai’deki çalışmanın aktifliği daha hızlı. Ülkemizde yüzde 20 Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) olan bir takıyı kimse almaz. ÖTV’nin sıfır olmasını talep etmiyorum ama yüzde 20’lerde olması da doğru değil. Altın, pırlanta yabancı menşeli. Onu buraya getireceksek büyük bir katma değer sağlamamız gerekir.
‘Biz çok iyiyiz ama reklam yapamıyoruz’
Neden Tiffany, Cartier gibi dünya çapında markalar çıkmıyor Türkiye’den?
İnanın çok üstünüz ama o reklamı, tanıtımı yapamıyoruz. Kesinlikle reklamla ilgili.
Elmasın nasıl elde edildiği, ne gibi oyunlar oynandığı filmlere konu oldu. Leonardo di Caprio’nun başrolünde olduğu ‘Kanlı Elmas’ filmini dehşetle seyrettik.
Zavallı Afrika ülkeleri yıllar boyu sömürüldü. Zimbabwe’yi soyup soğana çevirdiler, “50 sene elmas çıkmaz” dediler. Angola sıfırlandı. Bu ülkeler, Afrika’nın can damarlarıydı. Kucak dolusu altın kaçırıldı. ‘Kanlı Elmas’tan önce ‘Savaş Tanrısı’ filminde daha önce vardı bütün bunlar. Çıkarcılar, Rusya’dan silah alıp Afrika’ya verdi, karşılığında elmas aldı. Şimdi mi çıktı bu düzen? O yüzden ‘kanlı elmas’ sözüne karşıyım. O ülkeye kim silah vermişse kanlı odur.
(17.03.2012 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)