“Bir daha, bir kez daha düşünürsem senden ayrılmayı; tekrar geri geleceğim, biliyorum… Bilmediğim tek şey neden senden ayrılmak isteyip isteyip; sensiz yapamadığım! “
Bu satırları bir kadına yazdığımı düşünebilirsiniz. Çok da normal bu düşünceniz… Ama bu satırlar bir insana değil, bir büyük şehre. Evet İstanbul’a… Burası asla memnun olunmayan ama asla onsuz yapılamayan; ucuzlayamayan, yeşillenemeyen, sadeleşemeyen; asla tam kapanamayan tam güvenli olamayan bir şehir. Krizleri en derin, yasakları en kalabalık yaşayan şehir. Canlı ama sanki canını sizden almayan; kendi içinde bir kalbi olan şehir. Kalpsiz şehir.
GÜZEL İSTANBUL
40 yıl oluyor aşağı yukarı, hem fiilen hem aklımda yaşarım İstanbul’la ilgili bu gelgitleri. 1983’te Kadıköy Anadolu Lisesi’ni kazanınca geldim küçük şehrimden buraya; 6 yıl yatılı okul, sonra ağabeyimle öğrenci evi, sonra da kendi evim… Bir dönem hep Kırklareli’ne dönmek istedim, sonra yaş ilerleyince, elbette ben de “satıp savıp Güneye yerleşmek” ya da “her şeyi geride bırakıp yurtdışına gitmek” falan işte…
Ama hala İstanbul’dayım, muhtemelen de burada olacağım bana ayrılan sürenin sonuna gelinceye dek… Memnun muyum? Hayır. Şikayetçi miyim? Hayır. İşte öyle bir şehir İstanbul… Elbette ki çok yerde; çok yazıda, çok kitapta ve rehberde bu dev şehirle ilgili tarihi, kültürel, turizme yönelik yazılar okumuşsunuzdur. Pek çok da film, program, belgesel izlemişsinizdir…
Yani “İstanbul’u tekrar keşfetmeye” gerek yok… Bu yüzden bu yazıda sizlere “bendeki İstanbul duygusunu” iletmeye çalışacağım… Bir nevi “referans da alabileceğiniz şiir” bu İstanbul için… Haydi, trafik başlamadan, satırlara binip gidelim.
ORTAKÖY’ÜM VE BEN
Ortaköy. Evim. Bilmiyorum aslında “ikinci evim” mi demeliyim? Bunu hala, 49 yaşında bile söyleyemiyorum inanın… Doğduğun yer mi memleketin? Doyduğun yer mi? Ortaköy benim doyduğum yer, o kesin; 30 yıllık meslek hayatımın ofisleri, evleri, toplantıları, hep Ortaköy’deydi. 25 yıldır da Dereboyu’nda aynı evde oturuyorum. Bir sakiniz burada biz, bir kalabalık; bir dargınız Ortaköy’e, bir barışık…
Hafta içi boşken, sahilde Ortaköy (Mecidiye) Camii civarında bir gezinti, bir kumpir bir waffle, sonra bir Türk kahvesi geçen vapurları gemileri izleyerek; dünya çapında ünlü olan bir manzaralı zevktir. Daha da sakin, cafe menülü, cool takılmak istersiniz; bir onbeş senedir takılan ben gibi, iskeleye bitişik duran House Cafe’yi tercih etmelisiniz… Kaldı ki 2011’de düğünümüzü de orada yapmıştık; bu da neşeli bir dip not olarak dursun burada.
Zaten geri kalan tüm işletmelerin; gelen turist karakterine göre yapısı, dekorasyonu ve adı değişmekte her bir 10 yılda… 90’larda Irısh Pub-Rock Bar konseptinde olan mekanlar, 2000’lerde lise partilerinin ucuz Avrupa diskoları, 2010’larda Anadolu göçmenlerinin Türkü barları, 2020’lerde de elbette Arapların nargilecileri haline geldi… 2030’ları görürsek eğer; bakalım hangi milletin ya da mantığın cüzdanına hedef yapılanacaklar…
Ama Ortaköy yine de her zaman bir cazibe merkezi. Dükkan kiralarının ve otoparkların en pahalı olduğu yer sonuçta. Vardır ekonominin bir bildiği değil mi? Çarşı içinde hesaplı esnaf lokantaları ve balık pişiricileri hala var. Yıldız dönüşünden başlayan kahvaltıcılar sokağı da bu şöhrette Beşiktaş’ı geçti geçecek…
(Pandemisiz ortamdan bahsediyorum tabii ki) Çarşı dışı, cadde üstü yemek için Konyalı çok iyi bir şube açtı. Çarşı içinde yemek tercihim Müessese kafe. Tatlı tercihim ise Dereboyu’nda Ortaköy Profiterol ve Ali Usta’nın kakaolu soğuk baklavası… Özetle Ortaköy hep “popüler” bizim Ortaköy işte.
HAYDİ KIYIDAN KIYIDAN…
Akmerkez’e falan çıkasım yoksa, Etiler’e bulaşmam hiç. Bir toplantım ya da karımın alacağı bir şeyler varsa da taksiyle bir gider, hemen geri geliriz. Isınamadım o dar Nispetiye Caddesi’nin kaldırımlara park eden lüks araçlı görüntüsüne. Benim 1 milyonluk cipim olsa araziye çıkarım yani… Ah, pardon… Göstermek için di mi onlar? Tamam, ben görmeyeyim, görmek isteyene de mani olmayayım.
Almanya’dan gelen bir arkadaşımı gezdirirken, Etiler’den sahile inen yoldaydık, bir an durdu ve bana “Avrupa’nın hiçbir yerinde bir caddeden bu kadar lüks arabanın geçtiğini görmedim” dedi… “Ne kadar para var sizde böyle”…. Durdum, boğazımda düğümlenen cümleler iki bardak suyla anca gitti… Evet, tercihim genelde sahilden Kuruçeşme- Arnavutköy- Bebek hattıdır. Sporlu günlerimdeysem, yürüyerek, miskinlik anlarımsa yine taksiyle direkt Bebek’e… Bu hattaki doyumluk tavsiyelerim; Kuruçeşme parkında bir hafif yürüyüşten sonra, Arnavutköy ya Adem Baba’da ya da Takanik’te balık yerim…
Sonra Girandola’dan aldığım üç top Bodrum mandalinalı dondurmayla ferahlar, yürümeye devam eder Bebek parkına ulaşır, enfes manzaralı Starbucks’ından kahve; uzun vakit geçirip acıktıysam, dönüp Kırıntı’da bir etli mantarlı dürüm… Dünyam o gün değişir işte. Elbette yapılacak daha çok şey tadılacak çok lezzet var bu hatta ama benim bir “şımarık” sahil günüm böyle geçer genelde. Eskiden Lucca’nın Lucca olduğu zamanlarda hafif bir drink ile tamamlardık günü… Peh gidinin İstanbul’u; senin kadar hızlı “nostaljisi özlenen” bir şehir olabilir mi?
Ah durun, sahilin bir de uzun turu var benim zevkimce; ya Hisar’da mükellef bir kahvaltı ya da Yeniköy Emek Kafe’de menemendir o günün başı… Emirgan Sütiş’te tatlı iyi olur veyahut İskele Çay Bahçesi’nde, ta burundan 300 derece boğaz manzarasıyla lokma tatlısı ve çay… Paramız yerindeyse; Sarıyer ilçesi balıkçılarından “Set” ve “Paella” ve de “Tarihi Ali Baba” tercihlerimizdendir. Bütçemize düşkünsek Sarıyer’de yağlı yağlı börekler; her şekilde memnun eder. Sonra bir de nostalji yaparım genelde Tarabya Oteli’nin önünde: Ah rahmetli babacığım, bizi 5-10 yaşlarımızda getirir ne güzel günler geçirtirdi burada.
Filiz Akın filmlerinde bile görüyordum; ordaydım işte! Babam Kırklareli’ndeki minik dükkanına mal almaya çıkar; biz ağabeyimle oda servisi söyler, Club sandviçle tanışıklığımızı kutlardık. Koridorlarından, reçellerini yememiş olanların tepsilerinden nevalemizi toplardık… Otel halısı kokusu o zamanlarda yer etti beynimde. Hala da severim. Özgürlük hissi verir.
TAKSİM, BEŞİKTAŞ GEZMELERİ
Ortaköy’den Beşiktaş tarafına olan bir keyif hattımı çizeyim bu kez. Hayır, Midyeci Ahmet’e pek ısınamadım. Belki de trafiği alt üst eden duruşu beni iten! Zaten bir Fethiye Belcekızı sahilinde bir de Bodrum Mandalya Koyu’nda midye dolma yedikten beri; İstanbul’da falan yiyesim gelmiyor. Neyse; biz Beşiktaş çarşısında ne istersek bulabileceğimiz caddeleri ve sokakları arşınlayalım; bu benim için tam derinden bir İstanbul günü demektir.
Burada size Beşiktaş’ı Taksim’i anlatacak değilim, muhtemelen en çok bildiğiniz yerlerdir ancak yine de sahil günü ve Ortaköy Sarıyer günü ayrı bir karakter, Beşiktaş Taksim günü ayrı bir gün- ayrı bir karakterde eğlencedir diyebilirim. Hani; en azından ayrı günlerinizi ayırırsanız, kafanız daha net olur, daha saf keyif alırsınız. Küçük bir kayıntı notu olarak; çok açsanız bir tombik ekmeğe Karadeniz Döner, az açsanız Hasan Paşa fırınından her tür pastane atıştırmalığı iyi gidecektir…
Kahve için son zamanlarda Just’a takılıyorum. Beşiktaş’tan yukarıya, Akaretlerin güzel intizamlı sıra evlerinin oradan Taksim’e doğru çıkabilirsiniz. Ya da- aşağıda notlarını verdiğim- Teşvikiye Nişantaşı hattını öne çekebilirsiniz… Evet, Beyoğlu’ndan Tünel’e kadar bir yürüyüş, İstanbul klasiklerinin başında gelir. Taksim Meydanı, Beyoğlu pasajları, Çiçek, Terkos, Asmalı Mescit; buralar eskisi kadar çekici gelmese de bizlere, Tünel hala itibarını korumaktadır… Haliç’e tepeden bakan çatı kafeleri ve barları, bence İstanbul’da kesinlikle ıskalanmaması gereken bir etkinlik.
The Marmara Pera Otel ve zirvesindeki lezzet zirvesi Mikla, özel bir geceniz olacaksa ilk tercihiniz olsun. Pera Müzesi ve Nü Pera mekanı da bu alandadır, bilginize… Galata Kulesi ve civarı, zaten yine keyif için, listemizin en üstünde yer almalı… Tünel ile arka yollardan Tomtom; Cihangir’e kadar uzanan o bölge, bu ilçedeki favori bölgelerimdendir... Cihangir her zaman son durak; her zaman çay, kahve ve dost sohbetidir ağaçlarının altında... Elmadağ, Osmanbey, Şişli tarafını çocukluğumdan beri, trafiğinden dolayı pek sevmem. Ancak vize almak vs. gibi bir işim varsa, malum, vize ofislerinin kapılarını aşındırmak için giderim.
Ama Osmanbey’e girmeden, Rumeli Caddesinden Vali Konağı Caddesi doğru bir Nişantaşı turu, tadından yenmez hala benim için… Teşvikiye’ye kadar inip oradaki kafelerden birinde soluklanmak; gelen geçeni süzmek, İstanbul’un avangart modasını izlemek, her zaman kafamı dağıtmış, tatil gibi gelmiştir bana… Reasürans Çarşısı’nın mekanlarında çok güzel bir gençlik, çok hoş muhabbetler geçti 2000’lerde. Butik kafeler barlar vardı eskiden; şimdi daha ziyade franchise markalar oralar…
“TARİHİ ADA” ÖZEL NOTU
Avrupa yakasındaki “Tarihi Ada”, Karaköy’den geçip ulaştığımız Eminönü, Sirkeci ve Beyazıt bölgesi, üzerindeki dünya mirası binalar; Osmanlı dönemi eserleri, camileri, külliyeleri, sarayları, sarnıçları; saymakla bitmeyen tarih hazineleriyle, elbette ki benim bilgi yetim ve anlatım yeteneğim üzeri değerlerdir. İstanbul’a gelmiş ya da İstanbul’da yaşayan biri; bu bölgenin kıymetini zaten bilir.
Hani belki de İstanbul’u İstanbul yapan, bu bahsettiğim bölgedir. Karaköy’ün taş gibi duran eski banka binaları, Mısır Çarşısı ve Kapalı Çarşı, Gülhane Parkı, Yeni Cami, Rüstem Paşa Camii, Süleymaniye, Topkapı Sarayı, Yerebatan Sarnıcı, İstanbul Arkeoloji Müzesi, Sultanahmet Köftesi, Kurufasulyesi, Beyazıt’ın kulesi, fotoğraflık sokakları… şüphesiz ki buradaki satırlara sığmaz İstanbul’un bu yakası. (Aman ha, Haliç’in kıyısında Hasköy’deki Rahmi Koç Müzesi dünyadaki örneklerinin en iyilerindendir; mutlaka ki geziniz) Gitmişken Balat’ta uykuluk mu? Ala!
BEN KARŞININ YAZARIYIM
Dolmabahçe Sarayı’nı gezdik değil mi efendim? Atamızın dünyaya son baktığı yer; onu kaybettiğimiz oda, yaşlı adımlarıyla bastığı koridorlar… Burayı görmediyseniz İstanbul’a geldiniz demem size! Balyan Ailesi; Kayserili Ermeni bir aile olup, özellikle İstanbul’a sayısız eser armağan etmiştir. Çırağan ve Dolmabahçe Sarayları, yine Dolmabahçe Saat kulesi ve camii, Selimiye Kışlası, Ortaköy Camii; hep bu ailenin evlatlarının mimari imzalarını taşımaktadır…
Haydi Beşiktaş’a dönelim, iskeleden neo-klasik vapurumuza atlayıp Kadıköy’e geçelim artık… Simit aldık mı martılar için? Cup Cake mi var çantada genç? Tamam, o da olur… İsterseniz önce Üsküdar’a motorla geçer, oradan tıngır mıngır; işte önce Kız Kulesi (değer), Beylerbeyi, Vaniköy, Kanlıca, Beykoz, Anadolu Kavağı hattını yaparsınız tam bir gün. Benim bu özel günde favori noktalarım; Beylerbeyi Sarayı’nda bir gezi, Kanlıca’da yoğurt, Kuzguncuk sokaklarında ev yemekleri keşifleri, Hidiv Kasrı’nda Türk kahvesi ve Anadolu Kavağı’nda balık, dondurmadır. Kavağı özellikle çok bir ayrı severim. Huzurlu bulurum. İstanbul’da huzur! Düşünün artık… Kadıköy tarafındaysak; orası da ikinci evimin ikincisi…
Yedi senemin geçtiği Bahariye, Moda ve Altıyol; hala en özel semtlerdir benim için. Tabii ki Süreyya Sineması aklıma gelir hemen, liseden kaçıp Rexx’te Dirty Dancing izlememiz gelir, Ghost gelir… (Dirty Dancing iki defa, Ghost dört defa izlendi) Bahariye’nin en güzel sokaklarından biri, Ali Suavi Sokağı şimdi; sahafların, kafelerin ve Nazım Hikmet Kültür Evi’nin tadıyla, güzel saatler geçirirsiniz…
Hani, başıma bir şey gelmeyecekse, Bağdat Caddesi’ni de pek severim, pek zevk alırım orayı adımlamaktan… Oradan Adalar’a bir vapur belki… Ah Kınalı, ah Heybeli… Aşklarım! İstanbul Avrupa yakasında yaşıyorken, sanki başka ülkeye tatile gidiyormuşum gibi gelir bu yaka; aklıma Erenköy Kırıntı Kafe gelir, Divan Pastanesi gelir, Suadiye’nin kitap evleri, katlı mağazaları, kafeleri gelir… Evet, şehir içinde başka şehirde tatil gibi gelir.
HER YOL MODA’YA ÇIKAR
Yoğurtçu Yokuşu’ndan aşağıya Fenerbahçe’den Bağdat Caddesi’ne doğru gidiş, ayrı bir günün hattıdır. Yoğurtçu’nun üstünden Bahariye gezisi ve Moda soluklanması ise ayrı bir günün... Bir üçüncü ayrı gün de tamamen Kadıköy merkeze, Kadıköy Çarşısına ve Altıyol’a ayrılmalı bence. Balıkçılar, patatesçiler midyeciler, bir orijinal İskender, ne bileyim Akmar pasajında bir nostalji turu; plaklar eski kitaplar…
Baylan’da Cup Griye tatlısı mesela, Çiya Sofrası ev yemeklerinden sonra… Bir güne bile zor sığar merkez Kadıköy! Ne diyorduk; benim için bu bir günlük hatların en özeli yine de Bahariye’den tramvay yolunu takip ederek, Moda’ya kadar inmektir. Önce Ali Usta’da -mevsimine göre- bir dondurma ya da salep… (Kışlık dondurmalı salebi ilk orada içmiştim 1985 gibi…) Ve yine 1984 -85 civarı, sevgili Fuat ağabeyin set altındaki küçük kafesine “Kırıntı” tabelasını çaktığı ilk yıllarda; etli mantarlı dürümü keşfettik orada, Serpesti sıcak sandviçi keşfettik…
Hala gider yeriz Kırıntılarda...Yokuştan çay bahçelerine doğru; Moda koyunu izleyerek kahve ve tavla keyfi… Şimdilerde bu bahçelerin sırasını takip edip, Moda Deniz Kulübü’nün yakınında, Big Chefs’e falan gidiyor gençler. Bir kere denedik aslında hiç fena değiller. Artık bu zincir kafelere karşı duramıyor bizim butik kafeler. Bağdat Caddesi’nin genelde “karı koca işletmesi” olan; kaliteli kahveli, bir iki çeşit pastalı, eklektik tarzda döşenmiş ferforje sandalyeli sıcak kafeleri, kolay ayakta duramıyor artık… Hele hele bu pandemi döneminde, 10 bin kişilik kutlamalara izin verip, 3 kişinin oturacağı masaları kaldırtınca tedbir sahipleri; zaten böyle küçük zevkler için dayandığımız İstanbul’a, nasıl “tam” sevgimizi verebiliriz biz?