“Bizi tanımlayan ne varsa düşman edilmiş. Kimliğimizi kaybetmemizi ve kusursuz tüketici köle olmamızı isteyenler tarafından... Böylece milli kimliğimize, dini kimliğimize, cinsel kimliğimize ve aile kimliğimize saldırıyorlar. Kendimi İtalyan, Hristiyan, kadın ve anne olarak tanımlayamazmışım.
İlla nüfus cüzdanımdaki bir numara olmam gerekiyor. Çünkü sadece bir numaradan ibaret olduğumda, ki böylece ne kimliğim ne de kökenim kalır, kolayca finans spekülatörlerinin insafına kalmış kusursuz bir köle olabilirim. Biz numaradan ibaret olmak istemiyoruz. Tanrıyı, ülkeyi ve aileyi savunacağız. Bunları duyunca onların tiksindiği şeyleri... Zaman gelecek 2 kere 2’nin 4 ettiğini kanıtlamak uğruna ateşler yakılacak. Yaprakların yeşil olduğunu ispat için kılıçlar çekilecek.
O zaman geldi çattı. Hazırız.” Bu sözler İtalya’nın müstakbel ilk kadın Başbakanı Giorgia Meloni’nin (45), seçim zaferi sonrası yaptığı belagatli konuşmaya ait. Kendisi ülkenin yeni Primadonnası (Operada baş kadın rolünü oynayan diva). Ancak Meloni’yi asıl tanımlayan şey, Mussolini’nin ateşli savunucusu olması. Seçimde yüzde 42 oy alan aşırı sağ ittifak içinde yüzde 26’lık payı olan Meloni’nin gelişi için herkes ‘faşizmin ayak sesleri’ diyor. Ancak Avrupa Birliği’nin yönetim üssü Brüksel’i hedef alan bu heyecanlı konuşmasının altına kim imza atmaz ki!
SAĞIN HIZLI YÜKELİŞİ
Görünen o ki, ekonomik kriz yaşayan, aşırı göçmen alan Avrupa’da ülkeler art arda sağa kayıyor. Birkaç ayda olanlara bakın. Fransa’da ırkçılığı tescilli bir kadın (Le Pen) oyunu tarihi bir çıkışla yüzde 24’lere fırlattı. İngiltere’de “Göçmenleri Türkiye’ye geri yollayacağım” diyen bir kadın (Liz Truss), ‘Türk Boris’in yerine başbakan seçildi. Sosyal demokrasinin kalesi İsveç’te, ardından da İtalya’da aşırı sağ zafer kazandı.
Sorun şu ki, Batı’nın küresel vahşi liberal ekonomisi, devasa bir toplumsal eşitsizlik makinesi işlevi görüyor. Daha önce Avrupa Birliği’ni hararetle savunan kitleler, yıllardır hor görüldüklerini ve görmezden gelindiklerini hissediyor. İnsanları değersizleştirirseniz, saygı görmedikleri izlenimi verirseniz, onlar da küskün ve kindar olur. Şu an Avrupa’da esen rüzgâra göre, halklar homojen küresel kültüre karışmak istemiyor.
Milli kimliklerini korumak istiyor. Küreselleşme yerini yerelleşmeye bırakıyor. İtalya’ya dönersek... Evet Meloni aşırı sağcı biri, ama diktatör değil. Ülke, AB kurumlarına bağımlı. Öyle ki önümüzdeki 4 yılda hibe ve kredilerde 200 milyar euro’nun üzerinde dağıtılacak olan Avrupa Komisyonu liderliğindeki bir kurtarma fonunun en büyük yararlanıcısı. O para olmadan, İtalya batar.
İTALYA’DAKİ DURUM
Onun dışında Meloni; ortağı olan iki maço isim, Berlusconi ve Salvini ile de iyi geçinmek zorunda. Berlusconi (Forza İtalia) “AB karşıtı bir çizgi alırsa hükümetten ayrılacağını” net bir şekilde söylüyor. Salvini (Lig Partisi) ise tam bir Putin destekçisi olarak serseri mayın gibi.
Üstelik sağ koalisyon mecliste anayasayı değiştirecek üçte iki çoğunluğa sahip değil. Cumhurbaşkanının da istemediği bakanları veto etme yetkisi var. Ayrıca İtalya, 2. Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi bugün merkeziyetçi bir devlet yapısıyla yönetilmiyor. Merkezi olmayan sistem, 20 yarı özerk bölgeden oluşuyor. Anayasa Mahkemesi, siyasi etkiden bağımsız ve adalet sistemi de son dönemde AB güdümlü kapsamlı bir reformdan geçmiş halde.
Yine de tüm bunlar İtalya ve diğer pek çok Avrupa ülkesinde 20 yıldır adım adım yükselen aşırı sağın, son yıllarda siyasette ana akım haline geldiği gerçeğini saklamıyor. Norveç, Almanya, Avusturya, Polonya, Macaristan, Slovenya’da da durum tam olarak bu...
1900’lerin başlarında, zamanının sanayileşmiş uluslarının karşılıklı çatışmaya giremeyecek kadar ekonomik olarak birbirlerine bağımlı olduğunu savunanlar hüsrana uğramıştı. Çünkü o zaman da kitleler aç, mutsuz, itilmiş ve nefret doluydu. Dilerim aynısı yaşanmıyordur.