İstanbul’da yaşayanlar ülke genelindeki ‘en yüksek sanal medya kullanıcısı’ sayısını oluşturuyor. Pek çok kişi iş yerlerinden ve cep telefonlarından internet erişimine sahip olduğundan olsa gerek, neredeyse saniyelik paylaşımlar ile tüm olaylar sıcağı sıcağına paylaşılıyor. Çarşamba günü öğle saatlerinde aniden ‘patlayan’ lodos fırtınası esnasında da en hızlı duyumlar yine twitter’dan geldi.
Henüz televizyon haberleri vermeye başlamadan, Sarayburnu açıklarında çarpışan 2 tekneden ve Nişantaşı’nda uçan inşaat iskelesinden Taksim’de kırılan camlara kadar, olan bitenden herkesin haberi vardı. Küçük-büyük tüm olaylar sanal medyada kayıt altına alındığı zaman da İstanbullular en küçük doğa olayından şikâyet ediyormuş gibi bir görünüm ortaya çıkıyor. İşin aslı öyle değil! Beklenilen büyük deprem dışındaki doğa olayları -kar, yağmur, rüzgâr- korkulacak boyutlara hiçbir zaman ulaşmıyor İstanbul’da.
Hem ülkemizde, hem dünyada, İstanbul’dan çok daha vahim sonuçlu hava ve deniz olayları yaşayan coğrafyalar mevcut. Bu durumda İstanbulluların kar, yağmur ve rüzgâr şikâyeti ‘metropol insanının şımarıklığı’ gibi görünüyor. Oysa, bu kadar büyük bir şehirde lojistik sorunlar, ulaşımda/iletişimde yaşanan aksaklıklar ve elbette trafik çilesi, bu iklim olayları ile birlikte anında baş gösteriyor! Köprülerde yaşanılan kazaların bile iş çıkış saatlerine denk gelmesi durumunda, yollarda saatlerce sefil olan insanlar, olağandışı iklim olaylarında da bu çileyi çekeceklerini biliyorlar.
Nitekim, ertelenen uçak ve vapur seferleri, kısıtlanan köprü trafiği, ana yollarda meydana gelen kazalar, elektrik kesintisi, ağaçların yollara devrilmesi ve uçan çatılar yine şehri vurdu. Bu da acil durumlarda ‘eylem plânlarının’ önemini bize bir kez daha hatırlattı. Dünya üzerinde iklim değişikliklerinin artarak süreceği biliniyor. Bu durumda bize de “Eh hadi artık, birileri de bu plânları acilen yapsa!” demek düşüyor.
Bahar depresyonu
“Olur mu?” demeyin, hem de çok sık oluyormuş! Bütün kış, kuş gibi şakıyan arkadaşlarımdan bazıları, kafalarını yastıktan kaldıramaz hale geldi. Bahar yorgunluğu, lodos, mevsim değişikliği, havaların istikrarsızlığı gibi bahaneler ile yuvalarına çekildiler. Uzmanlara göre; bahar aylarında aynı evimizi hazırladığımız gibi vücudumuzu da yaza hazırlamak gerekli imiş. Yoksa?
‘Yoksa’nın adı depresyonmuş. Bir arkadaşım, durumun vahametinin farkına erken varmış ve soluğu doktorda almış! Şimdi elinde ot, püskül, tohum ve çekirdekten oluşan bir detoks listesi var. İki gündür ‘sırf sıvı’ besleniyor ve termosu ile geziyor. Bir diğeri ise, A’sından Z’sine bir torba vitamin edinmiş; onlardan medet umuyor.
Bir başka arkadaşım, basında çıkan tüm yararlı/zararlı gıda haberlerini hepimize mesajlamakla mükellef tutmuş kendini. Duraksız şekilde; şarküteri, tavuk, GDO’lu gıda, UHT süt, hormonlu meyve ve sebze listeleri hazırlıyor. Bunları yemek zinhar yasak! Diyetisyen bir tanıdığımı aradım; “Olay sadece beslenme değil” dedi. ‘Bahar aylarında artan beklentiler’ yüzünden, meğer hepimizde oluşabilecek kaygılar varmış. Bu kaygı; öğrencilerde yaklaşan sınavlar yüzünden, kadınlarda yaz öncesi kilo verme telâşından, sevgilisi olmayanlarda yeni bir aşk bulma dürtüsü nedeniyle tezahür edebilirmiş! “Ne yapacağız?” diye sordum... Tek yanıtı varmış; spor. Herkes mümkün olduğunca hareket eder, egzersiz yapar, spora vakit ayırırsa depresyon filan olmazmış! Kıssadan hisse; ‘spor girmeyen eve, antidepresan girer.’
DÜĞÜN
Uzun zamandır seyrettiğim en iyi tiyatro oyununu sizlerle paylaşmak istiyorum: Aysa Prodüksiyon tarafından sahneye konulan, yönetmenliğini Tilbe Saran’ın yaptığı ve tüm kadrosu kadın oyunculardan oluşan ‘Düğün’. Oyun; eski bir köşkte yaşayan 3 nesil ve bir emektardan oluşan ev halkının bir gününü fakat alelade bir gününü değil, düğün gününü anlatıyor. Her düğün gibi; telaşlı, duygusal, bazen komik, ara ara trajik olayları anlatan iyi yazılmış repliklerin, usta oyunculuklar ile birleştiği bir kurgusu var.
Başlangıçta daha geleneksel bir yapıya sahip olan damat tarafıyla, İstanbullu kız tarafının arasındaki sosyal statü farkından kaynaklanıyormuş gibi görünen ufak pürüzler, giderek kökleri çok daha derinde bir duruma; erkeklerin dünyasında ‘kadın’ olma durumuna işaret ediyor. Anneanne rolünde Güler Ökten, anne rolünde Şebnem Sönmez ve emektar kahya rolünde Zerrin Sümer harika oynuyorlar. Kayınvalide rolünde yönetmen Tilbe Saran’ı izliyoruz. Genç oyuncular Eda Çatalcam ve Serpil Göral ise, gelecek vaad eden başarılı oyunları ile ustalara eşlik ediyor. “Cuk oturmuş” derler ya, işte öyle bir rol dağılımı var. Oyunu kâh yaşlı gözlerle, kâh kahkahalar eşliğinde izledim. Tüm tiyatroseverlere canı gönülden tavsiye ederim.
Kaderle Zar Atılmaz
Spor yazarından hikâye okumanın tadı bir başka oluyormuş! Aslında tam da spor yazarı değil Alpaslan Akkuş. Sadece ‘çok Fenerbahçeli’ bir gazeteci (CNNTürk editörü) olduğu ve kendi blogu ‘geronimonunyeri.blogspot.com’da sık sık Fenerbahçe yazıları yazdığı için belki de, yeni kitabını okurken hep o ‘taraftar kimliği’ de gözümün önüne geldi. Yoksa, hani derler ya, “Hayat hakkında yazıyorum”; işte, aynen öyle yazar. Bu sefer de kendi hayatının bir kesitini; Samsun Anadolu Lisesi’ndeki öğrencilik yıllarını yazmış. Kitabını tanımlamak için kullanılabilecek pek çok sıfat var. Eğlenceli, sürükleyici, komik, hızlı, nükteli... Bazen de hüzünlü... Bazen de sıradışı... Bazen de sıradan... Öğrencilik yılları işte... Hababam Sınıfı değilse de o tadı, o hazzı yakalıyor insan. Güneşli havaların kitabı tam. Mevsiminde iken, almak gerek.
( 21.04.2012 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır. )
28 Nisan 2012, Cumartesi 05:00
Haberin Devamı