Kerem AkçaToronto’dan dünya sineması izlenimleri…

HABERİ PAYLAŞ

Toronto’dan dünya sineması izlenimleri…

Toronto’dan dünya sineması izlenimleri…

10-21 Eylül 2021 arasında Toronto halkı dışındakiler için dijital düzenlenen 45. Uluslararası Toronto Film Festivali’nin programında özellikle Cannes ve Venedik etiketli filmler merak uyandırdı. Bunlar arasında Gianfranco Rosi, Dea Kulumbegashvili, Ben Sharrock, Danielle Arbid, Wang I-Fan dikkat çekici eserlere imza attı. Göçmenlik ana temaydı. Lanthimos, Zhangke, Vinterberg, Kawase, Ozon isimleri tatmin etmedi.

Toronto’dan dünya sineması izlenimleri…

2005’ten bu yana katıldığım Toronto’nun esas özelliği olan iddialı dünya prömiyerlerini bu sene fazla görmedik. Ama onların formatı sanki ‘Cannes 2020 Resmi Seçkisi’nin ilk gösterimleri şeklinde gerçekleşti. Bunlar arasında özellikle Vinterberg, Kawase, Ozon ve Von Horn hayal kırıklığı yarattı.

Haberin Devamı

CANNES’DAN HAYAL KIRIKLIKLARI

“True Mothers”da (“Asa Ga Kuru”, 2020) Kawase adeta ‘evlilik dışı ilişkiden çocuk yapma’ kuralına uyum sağlayarak Japonya’dan dikkat çekici bir kamu spotuna kaymış. 135 dakikaya uzadıkça stilize ve şiirsel dokunuşlarının etkisini azaltan melodramatik bir filme imza atmakla kalıyor. Filmin süresi en büyük dezavantajı. Yönetmen, Japon devlet kurumunun propagandasına kaysa da bu durumun farkına varmamış. Kaplanoğlu’nun “Bağlılık: Aslı”sıyla (2019) akrabalık kurmuş.

Vinterberg ise “Körkütük”te (“Another Round”, 2020) içki tüketmeye “Koş Lola” (“Lola Rennt”, 1998) damarını uygulama kaygısına kapılıyordu. Ancak bu hedeften sapıp Hollywood’un alkolizm komedilerine kayan bir boyutsuzluk ve demodeliği devreye sokuyordu. Ozon da 1980’lerden Yeşilçam usulü bir gençlik filmiyle bir nebze homofobik gözüken bir cinsel kimlik arayışına kaymakla kaldı “85 Yazı” (“Ete 85”, 2020).

İsveçli Von Horn, “Sweat”te “The Here After”daki (“Eftersalv”, 2015) Haneke özentisi eve giren yabancı geriliminden sonra yine ‘kalıcılık’ problemi çekiyor. Fitness öğretmeninin etrafını sinemadan ziyade çok sakil bir dönüşümle sarmayı seçmiş. Ama filmin ikinci bölümünde yaşanan şiddet olgusu ne feminist bir senaryo, ne de çığır açıcı bir asap bozuculuk etkisi bırakabiliyor.

Haberin Devamı

Ünlü oyuncu Vincent Lindon’un 2000’li kızı Suzanne Lindon’un hem yazıp hem yönetip hem de başrolünü üstlendiği “Spring Blossom” (“Seize Printemps”, 2020) ise acemilik emarelerini ortaya koymakla kaldı. 16 yaşındaki karakterin cinsel arayışına sıkıcı Fransız sinemasının hesaplı yaklaşımıyla 73 dakikayı bile zor dolduruyor.

Toronto’dan dünya sineması izlenimleri…

GÜRCİSTAN’DAN İDDİALI BİR ÇIKIŞ

Cannes’dan Gürcü Dea Kulumbegashvili’nin “Beginning”i, Ben Sharrock’un “Limbo”su ve Danielle Arbid’in “Passion Simple”ı dikkat çekiciydi. İlkinde Yehova Şahitleri’ni soyut bir sinemayla sarmak başarıydı. Yönetmen çarpıcı bir plan sekansla başladığı filminin tamamını o tarz dokunuşlarla donatıyor. Bunun sonucunda da şiddet, seks ve kökten dincilikle ilgili iddialı şeyler söylemeyi beceriyor.

Yapımcı Reygadas’ın “Sessiz Işık”ından (“Stellet Licht”, 2007) Dumont’un “Hadewijch”ine (2009), Akerman’ın “Jeanne Dielman”ından (1975) Tarkovky’nin “Kurban”ına (“Offret”, 1986) uzanan referanslarla planlanan rahatsız edici ve şiirsel mesafe duygusu etkiliyor. Baskın bir rolü de üstlenen Rati Oneli’nin ortak senaryosunun olgunluğuyla sarılıyor adeta. Bu duygu sinematografik bir beceriyle de sarılarak seyirciyi etkisi altına alıyor. Zor sinema ise adeta Gürcistan’ın Pasolini’si ya da Reygadas’ı doğuyor dedirtti.

Haberin Devamı

İskoçya’nın Elia Suleiman’ı olarak anılabilecek Sharrock “Limbo”da adeta göçmen sorununa 1.33:1’de pastoral görüntülerle bakıyor. Minimalist poker surat komedisini ele alış ise dengeli bir gerçeküstücülükle sunuluyor. Suriyeli karakterin ailesiyle ilişkinin sömürünün uzağında ince bir mizah barındırıyor. Büyük Britanya bakışı olsa da bu alaycı yaklaşım birçok Ortadoğulu sinemacının yaptığının çok üzerinde.

Lübnan asıllı Danielle Arbid’in “Passion Simple”i iyi çekilmiş bir cinsel ilişki filmi. Yönetmen Rus diplomat ile Fransız anne arasındaki tutkuyu çok iyi yansıtıyor. Kurgusunun da dengesiyle yatak hayatını stilize anlarla bezeli bir Fransız sineması ezberiyle yansıttı. Ozon için ders niteliğinde bir enerji ve dinamizmle karşımıza çıktı. Yönetmenin diğer işlerini inceleme arzusu yarattı.

Toronto’dan dünya sineması izlenimleri…

İKİ DİKKAT ÇEKİCİ MELEZ BELGESEL

İki melez belgesel dikkat çekiciydi. “Notturno”, Ortadoğu’ya birçok yöreye mensup yönetmenden daha mesafeli bakıyor. İçinden İŞİD ve sinema salonu geçen yapıt, gözlemci bir şiirsellikle yola çıkıyor. Gianfranco Rosi, Vittorio De Seta’nın 1950’lerde sinemaya soktuğu gözlemci belgesel geleneğini burada dingin ve minimalist bir portreleme gücüyle karşımıza çıkardı.

Ortadoğu’nun sürekli şiddet ve terör içindeki yaşayışı ancak böyle resmedilebilirdi. “Notturno” derslik bir mesafeyle bizi mest ediyor. Dış mekanlardaki şiirsel derin odak kullanımı, iç mekanlardaki diyalogları gerektiğinde ele alma cinliğiyle bütünlenince etkili bir belgesel çıkıyor ortaya.

“The Truffle Hunters”, Sundance’de Dünya Sineması yarışmasındaydı. Köpeklerin bakış açısı planları ile mantar avcılarının dramediye yatkın konuşmalarının keyifli bir karışımını sundu. İki Amerika’da iş yapan yönetmen bu belgeseli İtalyanca çekmiş. Bu sayede dışarıdan bakışın değerli olduğuna dikkat çekme olanağı bulmuşlar.

Sanki bir köpek belgeseli ile Karusmaki usulü bir dostluk hikayesinin çarpışması gibi. Bu zıt kutuplar arasında gidip gelen yapısıyla da aslında alaycılığına ve sinemasına bağlıyor. Mantar avının kapitalizm eleştirisini de doğa fetişizmini de fazla abartmadan aynı potada eritip modernize ederek vizyon sahibi bir noktaya taşıyabiliyor.

Toronto’dan dünya sineması izlenimleri…

VENEDİK’TEN DE SZUMOWSKA VE FRANCO HAYAL KIRIKLIĞI YARATTI

Venedik ana yarışmasında açıkçası genel anlamda yönetmenlerin ego sorunlarının hortlamasına yol açtı. Özellikle “New Order”daki (“Nuevo Orden”) Franco’nın kıyamet sonrası atmosferi tatsız tuzsuz, üzerine düşünülmemiş ve fazlasıyla ‘yapıştırma’ duruyor. “Z” (1969) gibi başlayıp sonrasında ‘The Handmaid’s Tale’e uzanan bir sakilliği var filmin. Şiddete yaklaşım da aslında rehine geriliminden start alsa da Haneke kadar etkili olmaktan uzak.

“Never Gonna Snow Again”de (“Sniegu Juz Nigdy Nie Bedzie”) Szumowska büyük oranda bir süper kahraman filmine imza atıyor. Ama imge ve açı konusunda çok tutarlı anlar sunmuyor. Acelecilik filmin ana sorunu gibi. Yönetmenin “Teorema” (1968) gibi başladıktan sonra “Donnie Darko”ya (2001) kayan yaklaşımı bir vizyon olabilir belki. Ama bunun içini dolduramadan yol alması kabul edilir gibi değil. Ortak senarist ve görüntü yönetmeni Michal Englert’ın ortak yönetmenliğe geçmesi sanki yaramamış. Bir özensizlik getirmiş. Leh sinemasının değerli yönetmeni de bu sayede en zayıf eserlerinden birine imza atmış.

Toronto’dan dünya sineması izlenimleri…

“THE DISCIPLE”, ‘MİLYONER’İN RAKİBİ OLAMIYOR

Bu filmdeki yavaş çekimin sakilliği Hint sineması örneği “The Disciple”da da hakim. Ortalama “Mahkeme” (“Court”, 2014) ile sevilen Tamhane’nin buradaki irade öyküsünün üzerine yüklenmesi gerçekten kabul edilir gibi değil. Onun aralarına ise B-tipi video klip yavaş çekimler yerleştirerek ‘şiirsel’ gözükse de yarıda kalmış bir noktaya ulaştığı muhakkak.

Film, “Milyoner” (“Slumdog Millionaire”, 2008) kadar özgün bir stil sahibi olmak için uğraşıyor. Ama sakil bir üçüncü dünya ülkesi ürünü video klip yönetmenliğiyle mesafeli ve durgun kareleri birleştirmenin uyumsuzluğundan çekiyor. Bu durumdan zarar görürken Hindistan’dan çıkan bir özgünlük de sunamıyor. Belli bir tutarlılık servis etse de festival piyasasına üretilmiş kopyala-yapıştır bir sinemaya kayıyor.

“The Whaler Boy” (“Kitoboy”) yarışma dışı olsa da bir büyüme öyküsünü, irade üzerinden Rus cinselliği ile gerçeküstücülüğünü aynı potada eriterek sundu. Bu durum karşısında da aslında popüler sinema eğilimi olan Alexey Uchitel’in desteği Philip Yureyev’i ilk uzununda modern peri masalı filmine yaklaşım konusunda parlatmış.

Toronto’dan dünya sineması izlenimleri…

TURİSTİK GEZİ NİYETİNE AFRİKA FİLMLERİ

Çarpıcı “The Shepherdess and the Seven Songs” (“Laila Aur Satt Geet”) ile Berlinale 2020’nin en iyileri arasına giren Hint yönetmen Pushpendra Singh’in “Pearl of the Desert”ı (“Maru Ro Moti”, 2019) müzikal hikayesine epizodik efsane estetiğiyle bambaşka bir dokunuşta bulunuyor. Turistik gezinin ötesine geçiyor. Bu durumu festivalin online platformunda gözlemlemek mümkün olabildi.

Fildişi Sahilleri’nden “Night of the Kings” (“La Nuit des Rois”, 2020) ve Kongo’dan “Downstream to Kinshasa” (2020) ülkelerin çok da doğru yansıtılmadığı denemeler. İlki belli bir sinema duygusu barındırsa da Pihilippe Lacote imzasıyla egzotik bir turistik geziye kaydı. İkincisi ise çabası olan Kongolu bir yönetmenin gözünden bir içeriden bakış sundu. Ama amatör bir kumaşa sahip.

Toronto’dan dünya sineması izlenimleri…

LANTHIMOS VE ZHANGKE İSİMLERİ ‘AYARSIZLIK’A YOL AÇTI!

Bunlar haricinde Lili Horvat, “Preparations to be Together For An Unknown Period Of Time” ile aslında Macaristan’dan gelen bir yas filmini duyurdu. Ama filmin “Pal Adrienn” (2010) başarılı yönetmeni Agnes Kocsis’in Rotterdam’da açılan “Eden”i kadar başarılı bir reji ve kalıcılık içerdiğini söylemek güçtü. Bir yerden sonra ‘tutarlı sahicilik’ hedefiyle gözlemci kamerayı elden kaçırıyor.

Anna Melikyan’ın “The Fairy”si bilimkurgu filmi niyetine planlanan oyun programcısı karakterinin çevresinde bir sanal gerçeklik algısı yaratıyor. Ama orta hallinin ötesine gidemiyor. Yönetmenin “Deniz Kızı” (“Rusalka”, 2007) sonra düşe düşe bu hale geldiğini kanıtlayan ortalamalıkta bir çalışma olmuş.

“Gaza Mon Amour” ise Filistin’in Recep İvedik’inin peşine düşmüş. 60 yaşın üzerinden slapstick komedi çok bayat hallere uzanıp oradan devam ediyor. Jia Zhangke’ye yapımcılık ve oyunculuk gülünç bir görünüm vermiş. “The Best Yet to Come” (“Bu Zhi Bu Xiu”), bir gazetecilik dizine kayıp alay konusu oldu. İz bırakma şansını yitirdi.

Lanthimos’un “Köpek Dişi”ndeki (“Kyonodontas”, 2009) ikinci yönetmen asistanı Christos Nikou’nun filmi “Apples” (“Mila”), 1980’lerden çıkmış ucuz bir bilimkurgu filmine kaydı. Girişi alternatif bir bellek portresi olarak yapsa yönetmenin adeta egzozu yetmemiş. O dönemden Matrix öncesinden gelen bir üslupsuzluk ve ayarsızlığın mağduru olmakla kalıyor.

Toronto’dan dünya sineması izlenimleri…

İKİ KÜLT OLACAK FİLM

Apple’in İrlandalı Tom Cross & Ross Stewart imzalı “WolfWalkers”u gerçekten de Yamamoto’nun kült “Belladonna of Sadness”ın (1973) çizgilerinden ve birçok masaldan referans barındıran, Wes Anderson etkili bir animasyon. 20 senedir Büyük Britanya’da Aadrman’a rakip olarak çalışan Cartoon Saloon’un üçlemesinin son halkası. Arka plandaki sarayın üç boyutlu halinden hikayenin çekiciliğine kadar net bir özen ve detaycılıkla sunuluyor.

Tayvan’dan çıkan “Get the Hell Out”, adeta seçim filmlerinin zombi komedisi gibi. “Scott Pilgrim vs. The World”ün (2010) izini süren epizotlara bölünmesini biçimci bir damarla hallediyor. TV ve bürokrasi dünyasını topa tutuyor. Ülke sinemasından kült olacak bir yapıtı da bu sayede duyurma olanağı buluyor. Biçimci gelenek kurguyla adeta dinamizm aşılıyor.

TORONTO’NUN EN İYİ DÜNYA SİNEMASI ÖRNEKLERİ

1-Beginning

2-Wolfwalkers

3-Notturno

4-Limbo

5-Passion Simple

6-Get The Hell Out

7-Whaler Boy

8-Truffle Hunters

9-Pearl of the Desert

TORONTO’NUN EN İYİ AMERİKAN FİLMLERİ

1-The Inheritance

2-Pieces of a Woman

3-Nomadland

4-MLK/FBI

5-Concrete Cowboy

6-Enemies of the State

7-Violation

8-Underplayed

9-Fireball

TORONTO’NUN HAYAL KIRIKLIKLARI

1-Never Gonna Snow Again

2-New Order

3-And Tomorrow The Entire World

4-Amants

5-The Disciple

6-Another Round

7-True Mothers

8-85 Yazı

9-Sweat

10-Apples

11-The Best is Yet to Come

12-Falling

13-Spring Blossom

14-The Fairy

Sıradaki haber yükleniyor...
holder