Oral Çalışlar

14 Şubat 2025, Cuma 07:00

Can Yücel Süleyman Demirel'e hakaret edince

1998 yılının nisan ayı. Can Yücel bir Demirel yazısı nedeniyle hakaretten hüküm giydi. Hapishaneye girecek. Koca şaire cezaevinin yolunun görünmesi, kamuoyunda iki farklı tepkiye neden oluyor.

Bir kısım çevreler, “Can Yücel, Demirel’den özür dilesin” çağrısında bulunuyor. Demirel’e dönüyoruz. “Ben ancak ağır hastalık ve kendine bakamamazlık halinde tahliye kararı çıkarabilirim” diyor. Can Yücel’e pek soran yok. O kendi dünyasında Datça’da kendi dertleriyle boğuşuyor. “Ben kimseden af istemiyorum. Hele Demirel’den hiç” diyor.

Bu olayı neden hatırladım? Geçenlerde, arkadaşım Serpil Çelenk (Güvenç) mesaj attı. “Senin Can Yücel bizi bağışlasın yazını ağlayarak okudum. Hem hüzünlendim hem de geçmişe yolculuk yaptım” deyince ben de meraklandım. Olayı bir ölçüde unutmuşum. Serpil, Halit Ağabey’le Şekibe Abla’nın kızı. Kaya Güvenç’le evlendi. Halit Çelenk, Deniz Gezmiş’in ve Yusuf ile Hüseyin’in avukatıydı. İdam anına kadar onların yanında bulunan kişiydi. Merak ettim, 5 Nisan 1998 tarihli Cumhuriyet’te yer alan yazımı arşivden bulup çıkardım. Neler yazmışım, neler yaşamışız. O günleri anlamak için geçmiş basını taramak ufuk açıyor.

5 Nisan 1998 tarihli o yazımdan bir pasaj: “Hasan Pulur’un ve, ServerTanilli’nin içtenlikli yazılarını okurken, derin bir isyan duygusuna kapıldım. Ülkemizin tanınmış iki aydını, Can Yücel’in hapse girmesini engelleyebilmek amacıyla, Demirel’e dil döküyorlardı. (…)

Ben Süleyman Demirel’in Can Yücel’i bağışlamasını dilemiyorum. Can Yücel’in bağışlanacak bir şey yaptığına da inanmıyorum. Bir ülkenin yaşayan en büyük şairi, iki çift laf etti diye hapse atılır mı? Atılabilir mi? Eğer kanunlar ona hapis cezası verebiliyorsa, o zaman o kanunları değiştirirsiniz. Süleyman Demirel’in Can Yücel’le ilgili mütebessim açıklamasını TV ekranlarından izlerken büyük bir üzüntüye kapıldım. ‘Sayın Cumhurbaşkanım, Can Yücel’i affedecek misiniz?’ diye sorulan sorulara, ‘Ancak hastaysa ve rapor gelirse affederim’ cevabını verdi. Bir ülkenin Cumhurbaşkanı, o ülkenin en büyük şairini affedebilir mi? Böyle şey olur mu?” (…) “Olsa olsa Can Yücel, Süleyman Demirel’i affedebilir. Türkiye’nin bugünlere gelmesinin sorumlusu Can Yücel mi? Deniz Gezmiş’lerin idamına büyük bir istekle el kaldırıp milletvekillerini örgütleyen Can Yücel mi?”

27 yıllık yazıyı bir tarihi hatırlattığı için paylaşıyorum.

Not: Kamuoyunun gösterdiği duyarlılık sonucunda, yazarlar ve gazeteciler için yeni yasa çıkarıldı. Can Yücel de hapse girmedi.

“Kuşlar ve şairler kardeştir.”

12 Şubat 2025, Çarşamba 07:00

Türkiyeli Alman seçmenler ırkçı AFD'ye yöneldi

Devlet Bahçeli’nin “Gelin çorbamızı birlikte kaynatalım” çağrısını sonuna kadar destekliyorum. Çünkü şiddet, karşı şiddeti ve hukuksuzluğu kışkırtıyor. Devlet Bey’in çıkışının memlekette bahar havası estirmesini bekliyoruz. Silahların susması, 50 yıldır çekilen acıları unutturmuyor ama geleceğimize umutla bakmamızı sağlıyor.

Almanya’da da ilginç gelişmeler oluyor.

Türkiye gündeminden, gelin biraz da yönümüzü Avrupa’ya dönelim. Almanya’da seçimlere 10 gün kaldı. Neticeyi belirleyecek gruplardan birini de Türkler oluşturuyor. Yapılan kamuoyu yoklamalarına göre, Hıristiyan Demokratlar’ın adayı Merz’in, seçimi birincilikle bitirmesine kesin gözüyle bakılıyor. Ancak Merz’in hangi partiyle koalisyon kuracağı henüz belli değil. Şu anki iktidarın en büyük ortağı olan Sosyal Demokrat Parti’nin, bu kez yeni koalisyona küçük ortak olarak girme ihtimali yüksek. Normal seçim matematiğine göre; seçimden büyük olasılıkla birinci çıkacak Hıristiyan Demokrat Partisi ile seçimden ikinci çıkması beklenen AFD’nin koalisyon kurması gerekirdi. Ancak bu ihtimal dahilinde gözükmüyor. O yüzden de Sosyal Demokratların koalisyon ortaklığı senaryosu ağırlık kazanıyor.

Almanya’da, merkez siyasetin partileri uzun yıllardır aşırı sağcı AFD ile koalisyona kapalı. Öte yandan, son dönemde kafa karıştıran bir gelişme, Türk asıllı Alman vatandaşlarının ciddi bir kesiminin, ırkçı bir Alman partisi olan AFD’yi desteklemeye başlaması. Son olarak Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ) gazetesinin haberine göre, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Mannheim kentinde AFD’ye büyük bir ilgi söz konusu.

Örneğin, ismini vermek istemeyen, 60 yaşındaki Türk asıllı, Mannheim’ın merkezindeki dükkanında kuyumculuk yapan bir Alman vatandaşı şöyle konuşmuş: “40 yıldır Almanya’dayım ama Almanya hiç bu kadar kötü olmamıştı. Şehirde çok sayıda Afgan, Suriyeli ve Bulgar var. Radikal değilim ama bu kez AFD’ye oy vermeyi düşünüyorum.”

Kuyumcunun karşısında, gene Alman vatandaşlığına geçmiş bir Türk tarafından işletilen bir gelinlik mağazası var. O mağazanın sahibi olan ve 30 yıldır Almanya’da yaşayan bu Türk de seçimde oy hakkına sahip. Arap ve Afgan erkeklerinin kurallara uymadıklarını ve sınır dışı edilmeleri gerektiğini savunuyor. Oy vereceği partiyi ise açıklamıyor.

Almanya’da 7.1 milyon göçmen seçmen bulunuyor. Ve bunların 3 milyona yakını, Türkiye kökenli Alman vatandaşları. Ortadoğu’daki Müslüman ülkelerden gelmiş göçmenlerin yüzde 20’ye yakınının AFD’ye oy vermesi bekleniyor.

Bu seçmenlerin, bir zamanlar kendilerine yapılan muameleyi şimdi yeni gelenlere uygulamak istemeleri, hayatın garip bir cilvesi...

11 Şubat 2025, Salı 07:00

Atilla’ya 79 yıl önce 'tam demokrat' adını koyan baba…

Eski gençlik liderlerinden 68’li arkadaşım Atilla Sarp’ın nüfus kaydının “ad” kısmında, “Tam Demokrat Atilla” yazıyordu. Atilla’nın bir ismi de “Tam Demokrat“tı. 1946 doğumluydu Atilla. Yani çok partili ilk seçimlerin yapıldığı tarihte doğmuştu. Babası da hatırladığım kadarıyla terziydi. O sırada Türkiye Komünist Partisi terziler arasında örgütlenmeye hız vermişti. Atilla'nın babası da o grubun içinde yer almıştı. Demek ki o dönemde, toplumun bir kesimindeki genel beklenti, tam demokrasiydi. İstenen şey, gerçek demokrasiydi. O günden bugüne 79 yıl geçmiş. Bugün de temel beklentimiz hakkın, hukukun, demokrasinin egemen olduğu bir Türkiye.

Aslında bu beklenti, o zaman da yani 79 yıl öncesinde de yeni bir beklenti değildi. Siyasi literatüre, siyasi retoriğe bakınca, Türk politikacıların ne denli demokrasi aşığı olduğunu görüp, şaşırabilirsiniz. En sağcısından en solcusuna kadar hemen hepsinin özgürlüklerden yana saf tutma iddiasında olduğunu hayretler içinde fark edebilirsiniz. Türk modernleşme hareketinin son 200 yılının gerçeği şu: Ülkemizin siyasi yolculuğu, demokrasiyle otoriterleşme arasında gidip gelen bir sarkaç gibi. Gün gelir askeri darbe “demokrasi bayramı” olarak kutlanabilir, gün gelir seçilmiş yöneticiler idam edilir. Bunu bile hâlâ demokrasinin gereği diye savunanlar olduğunu görüp elaleme karşı utançla başınızı öne eğersiniz. “Herkes kendine demokrat” cümlesi bize ne kadar yakışıyor... Siyasi rakiplerinizi, yargı veya idarenin baskısı altına alabilir onlara dünyayı dar edebilirsiniz. Düşünceleri nedeniyle insanları suçlayabilir, ağır cezalara çarptırabilirsiniz. Böylece demokratik rejimi savunduğunuzu öne sürebilirsiniz. Askeri darbelerin ilk bildirilerini hatırlayın:

27 Mayıs 1960 bildirisi şöyle:

“Muhterem halkımızın, köylü ve işçilerimizin demokrasiye kavuşması, hak ve hürriyetinin teminatı, iktisadi kalkınması, ana prensibimizdir.” 12 Mart 1971 darbecileri de kendilerince demokratik kurallardan yanaydı:

“Anayasa'nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.” 12 Eylülcüler bile “bir şekilde” demokrattı: “Girişilen harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.”

Darbecilerin demokrasi savunucusu olarak karşımıza çıkması kendi meşruiyetlerini topluma kabul ettirme endişelerinden kaynaklanıyor. Sonuçta yüzyılların mücadeleleri içinde hukuk da evrensel hukuk da dünya genelinde bir geçerlilik kazandı.

“Diktatörlük kendini zırhlı bir şekilde sunar çünkü yenmek zorundadır. Demokrasi kendini çıplak bir şekilde sunar çünkü ikna etmek zorundadır.”

Antonio Gala (1930-2023) İspanyol oyun yazarı, şair ve romancı.

07 Şubat 2025, Cuma 07:00

İstanbul depreme hazır mı?

2023 yılında ülkenin güneydoğusunda gerçekleşen korkunç depremden bu yana iki yıl geçti. Bu deprem, bizi biraz olsun birbirimize yaklaştırdı mı? Yeni bir bilinç sağladı mı? Yoksa her şey eskisi gibi mi?

Naci Görür şöyle diyor: “Ortalama 7.5 büyüklüğünde deprem olasılığı çok fazla. İstanbul ya da Kuzey Marmara depreminin her an olma ihtimali yüzde 47. Şimdi bu depremin olacağı yer kesin. En son deprem 1766 yılında; o fay da her 250 senede bir deprem üretiyor. Artı-eksi 10 ila 15 sene var. Yani bugünlerde deprem olma olasılığı fazla. Doğrultulu atımlı bir fayın bir yerinde deprem olursa öbür tarafında da deprem olursa sismik boşluk olur ki muhakkak kırılmak zorunda. Yani Kuzey Anadolu Fayı’nın kuzey kolu Marmara içinde kırılmak zorunda. Çünkü Doğu ve Batı’da kırılmış, ortası sismik boşluk yani kırılacak demektir. (…) Biz hep depremde konuşuyoruz. Etkinlik yapacağız diye gösterişe sapan vitrine yönelik çalışmaları yapıyoruz.(…) Sokağa inin, iş yapın. Zor olan birtakım işleri devletle belediye, halk bütünleşir, yumruk gibi olursa biz İstanbul’u 10-15 senede depreme hazırlarız, 25 senedir hazırlayamadık. 25 senede değil İstanbul, Türkiye’nin tümü depreme hazırlanabilir.”

Prof. Dr. Naci Görür'ün bazı analizleri de şöyle: “Kuzey Anadolu Fayı’nın kuzey kolu üzerinde deprem bekliyoruz. Marmara Denizi’nin doğusunda bir Adalar fayı var. Bir de Kumburgaz fayı var; Yeşilköy-Silivri açıklarına kadar. Silivri açıklarından Tekirdağ’a kadar da kolu var. Şimdi biz depremi Adalar ve Kumburgaz Fayı üzerinde bekliyoruz. (…) Bu depremlerle uğraştık, üzüldük, sıkıntısını çektik, ülkenin deprem dirençli olmasını istedik ama gereğini tam anlamıyla yerine getiremedik. (…) Ülkemizde deprem dirençli kentleri oluşturmamız gerekir. Tehlike, büyük çoğunlukla bütün yönleriyle belirlenmiştir. İstanbul’da ne zaman deprem olacağı, nereyi nasıl etkileyeceği, İstanbul’un bileşenlerinin nasıl zarar göreceği bugün için bilim dünyası tarafından ve yerel yönetimler tarafından bilinmektedir. (…) Deprem dirençlilik demek, deprem olduğu zaman İstanbul’un minimum hasarla bu depremi atlatması. (…) İstanbul’un bileşenlerinden biri halktır. Diğeri altyapıdır. Üçüncüsü yapı stoğudur. Dördüncüsü ekosistem ve çevredir. Beşincisi de ekonomidir. Bunlar için daha şimdiden, deprem olmadan, barajlar yıkılmadan, Devlet Su İşleri ile oturur İSKİ, barajlar konusunda bir anlaşma yapar. Onlar da mevcut barajları gözden geçirir, zayıf olanları güçlendirir, yıkılacağı yıkar, yeniden yapar.

Türkiye’nin parası pulu mu yok, çok. Öyle kurumlara öyle bütçeler veriyor ki inanamazsın. Az yol yapsın, az baraj yapsın, az müteahhitlik hizmeti yapsın. (…) Kim ki depreme önlem almadan uzaklaşırsa kaşını karartmayı, gözünü karartmayı halk bilsin. (…) Yoksa Türkiye’nin geleceği yok demektir. Ekonomik ve siyasi bağımsızlığı da yok demektir.”

05 Şubat 2025, Çarşamba 07:00

Almanya'nın Trump'ı: Merz

Almanya, son aylarda, bir politikacıyı benimsemeye başladı: Friedrich Merz… Merkel’in yanında yetişmiş bir isim. Merkel siyaseti bırakınca, onun partisinin yani CDU’nun başına geçti. Almanya’nın hemen tüm önde gelen gazetelerinin manşetlerinde Merz’i görüyoruz. Anketlerde önde gidiyor. 23 Şubat’ta yapılacak seçimlerde, Merz’in partisinin birinci olması bekleniyor. Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Naziler hiçbir zaman iktidar koltuğuna oturamadı. İktidar genelde CDU ve SPD yani merkez sağ ve merkez sol arasında el değiştirerek bugünlere gelindi.

Şimdi devir değişti. Özellikle Almanya’nın Hıristiyan Demokratları iktidar kapılarını Nazilere açmayı alttan alta savunuyorlar.

Avrupa’daki yeni siyasi eğilime kulak verirsek, bazı ülkelerden Trump benzeri adaylar çıktığını görüyoruz.

Sağcı yükselişin Trump ve Elon Musk’la ilgisi olduğu kadar, Almanya’nın kendi tarihiyle de ilgisi var. Nazizm, Alman toplumunda her zaman yaşayan bir gerçek. Denazifikasyon (Nazilikten arınma) seferberliği, Nazi kültürünü temizlemek açısından çok fazla bir işe yaramamış görünüyor.

Avrupa, Trump rüzgarıyla adım adım sağın etki alanına giriyor. Dünyanın temel kaygılarından biri, İkinci Dünya Savaşı gibi bir felaketi yaşamaktır. Bu da Almanya’da Nazilerin önünü kesmek için her yola başvurulmasını meşru kılan bir kültür yaratmıştı. Almanya’daki Nazi potansiyelinin önünü kesen önemli güçlerden birisi de ABD’ydi. Washington’un Avrupa’yı terk etmesi Nazileri sevindirmiş. Bu tablo Almanya’da kademe kademe Nazizm’in yükselmesini beraberinde getirebilir. “Naziler yeniden iktidara gelir mi?” kaygısı son günlerde Berlin sokaklarında yoğun şekilde hissediliyor. Aşırı sağın yükselişine karşı büyük protesto gösterileri yapılıyor. Almanya, zenginliği azaldıkça, göçmenlerden giderek daha fazla rahatsız olmaya başlıyor. “Scholz hükümetinin, sınırlardan kaçak giren vasıfsız kişileri ülkeye buyur ettiği, onlara maaş bağladığı ve onların çalışmak zorunda kalmadan Almanya’da çalışan insanların vergileriyle geçindiği” şeklinde güçlü bir milliyetçi argüman oluşmuş durumda. Bundan en çok yararlanan iki parti giderek daha da sağa kayan CDU ve “Nazi partisi” olarak bilinen AFD. Öte yandan, bazı Türklerin AFD’ye oy vermeyi düşünmesi, sosyal medyada büyük polemik konusu. Türkler içinde de “Bizim vergilerimizle tembel göçmenlere kaynak aktarılıyor” düşüncesi yaygın. Olaf Scholz liderliğindeki koalisyon hükümetinin neden başarısız olduğu tartışılıyor. Özellikle Yeşiller Partisi’nin koalisyondaki gerçekçi olmayan politikalarının Almanya’da sağın önünü açtığı söyleniyor.

04 Şubat 2025, Salı 07:00

Ahmet Güneştekin kayıp alfabenin peşinde

Dünya, yerlerinden göçen, göçertilen insanların dünyasıdır. Tanıdığınız ne kadar etkili ya da etkisiz birileri varsa bir yerden kopup gelmiştir. Getirdikleriyle içinde yaşadıkları topluma bir şeyler katmıştır. Restore edilen Feshane’nin yeni salonlarında, karşınıza bir tepe çıkıyor. Canlı renklerle süslenmiş tabloların, eserlerin orta yerinde çarpıcı bir yerleştirme ile karşılaşıyoruz.

Lastikten yapılmış Cıslavet ayakkabılar. Sonra bavullarla dolu bir tekne karşımıza çıkıyor. Artİstanbul Feshane sergi salonunda Ahmet Güneştekin’in ‘Kayıp Alfabe' sergisini geziyoruz. Ahmet Güneştekin’in evrensel bir dille anlatmak istediği şeyi aslında hemen her gün yaşıyoruz. Yoksul ulusların teknelere doluşarak, Batı’ya ölüm yolculuklarına çıktığı bir medeniyet evresindeyiz. Sergiyi gezdikten sonra, Ahmet’le karşılaştık ve sergiyi nasıl hazırladığını anlattı. “Abi bu sergi son 6 yılda yaptığım eserlerden oluşan bir koleksiyon ve farklı, çoklu disiplinle yaptığım işler. Serginin hazırlığı 2.5 yıl sürdü. Kurulumu tam 31 gün.

Yüzlerce kişilik ekip, altyapısında çalıştı. Benim kişisel tarihimin en büyük sergisi, aynı zamanda Türkiye sanat tarihi açısından da en büyük, en kapsamlı sergi. Bir bienalden, bir sanat fuarından çok daha büyük. Dünyada da çok rastlanılan bir durum değil. İzmir’deki sergim bunun dörtte biri büyüklükteydi. Bu, 8 bin metrekare kapalı alan ve dış alanlarla 10 bin metrekarelik alana ulaşıyor. Benim bir sanat ekibim yok. Farklı zanaat gruplarından insanlarla çalışıyorum. Metal ustaları var, ahşap ustaları, cam ustaları, otoboyacılar, restoratörler… Aslında kavramsal olarak son 12 yıldır yaptığım bir yüzleşme. Hafıza, bellek ve dil üzerine yaptığım işler. Kayıp diller, göç meselesi, yıkımlar, alfabe… Türkiye’nin son 100 yıllık hafızasını burada görebileceksiniz…”

Ahmet Güneştekin’in hemen her sergisinde harflerle bir derdinin olduğunu söyleyebiliriz. Harflerden ağaçlar, harflerden evler, direkler yapılabilir. Kayıp alfabe, Ahmet’in özgürlük çığlığıdır, dilini kaybetmiş, alfabesi unutturulmuş toplulukların uzaktan yankılanan sesi gibidir. Ben en çok kapılardan etkilendim. Kapılar da biliyorsunuz zorunlu göçün bir parçasıdır. Kapıyı kapatıp çıkarsınız veya kapılar yüzünüze kapanır. Rengarenk tablolar gibi yapılmış eski kapılar bu sergiye başka bir zenginlik katıyor. Bir sanat gününü bir yerde geçirmek isterseniz Feshane Artİstanbul Salonu’ndaki Ahmet Güneştekin sergisini tavsiye ederim.

“Sanat, en yüce ilhamları acıdan alır.” Michelangelo

31 Ocak 2025, Cuma 07:00

Trump, 68'i yenebilir mi?

Trump’ın politikaları Avrupa’nın omurgası sayılan Almanya’da endişe yarattı.

Almanlar, Trump’ın yaptıklarının ve yapmak istediklerinin bir toplamını çıkarmaya çalışıyor: Frankfurt Allgemeine Zeitung (FAZ) gazetesinde Jochen Buchsteiner ilginç bir tezle ortaya çıktı. Trump’ın 68’in intikamını almaya çalıştığını ifade etti.

Trump ve o ekolün mensuplarına göre, Batı dünyasının evrensel ahlak ve teknokratik aydınlanma iddiası, cazibesini yitirdi. Küreselleşme, kapsayıcılık, sürdürülebilirlik gibi kavramlar önemini kaybediyor diyorlar. Trump bu ikinci döneminde kendi ulusal-muhafazakar gündemini, uluslararası alanda da kabul ettirmeye çalışıyor.

İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkarılan derslerle, uluslararası düzeni ifade eden bir sistem kabul görmüştü. Bu sistemin kurumları ve kuralları vardı. Davos görüşmeleri gibi etkinlikleri vardı. Bu düzen, Batı dünyasına huzur ve refah sağlamıştı.

Peki şimdi kuralların ve görüşmelerin yerini otoriter liderler mi almaya başladı? Trump tarzındaki yeni liderler, yerleşik kurumları ve kuralları tanımıyor.

Bu otoriter lider tipi, kendine özel misyonlar yüklüyor ve adeta dünyayı kurtaracak mehdilerin yerini aldığını sanıyor. Bu kategorideki liderlerin kendi karşıt tezlerini ortaya koyması ve fırtına estirmesi bekleniyor. Bir zamanlar uygarlığı temsil ettiği düşünülen çoğu kavram artık tartışma konusu: Göç, yasal düzen, eşitlik, iklimin korunması, ülkeler arası işbirliği gibi kavramlar artık dokunulmaz kavramlar değiller.

Sol miras, kültür kurumlarında, üniversitelerde, yazı işleri ofislerinde yankılanmaya devam ediyor. Yine bir iddiaya göre; Batı sosyo-politik olarak 68’e zıt yönde bir döneme girmiş durumda. Bu değişime direnen solcu ve demokratik kesimler de defansif bir pozisyonda görünüyorlar.

Trump’tan gelen sinyaller güç mücadelelerine ve hesaplaşmalarına işaret ediyor. En güçlü olanın hükmünü yürüttüğü ve yasaların üstünde olduğu düzene artık hepimiz alışıyoruz. Almanya ve Batı Avrupa bu yeni döneme son derece hazırlıksız giriyor. Örneğin Almanya’nın Rusya ve Ukrayna ile ilişkiler konusunda kafası karışık. Almanya bir yandan ABD bir yandan da Rusya tarafından kıskaca alınmış görünüyor. Okyanus ötesinden gelen sinyaller, Almanya’da sağcılara yarıyor. Avrupa’nın omurgası sayılan Almanya’nın teklemesi Batı için kötüye işaret.

29 Ocak 2025, Çarşamba 07:00

Kaosa değil barışa...

Son günlerde art arda yaşanan olaylar, bir an durup frene basmamızı gerektiriyor. Otel faciası, kamu yönetimindeki zaafları ortaya çıkardı. Bu mesele üzerine bir ölçüde daha derinlemesine düşünmemize neden oldu. İktidar-muhalefet ilişkisi, muhalif belediye başkanları üzerinden sertleşiyor. Uluslararası alanda büyük başarılar kazanan dizi sektörü de sanatçıları ve organizatörleriyle sıkıntılı günlerden geçiyor.

Yıkıntılar içindeki Ortadoğu’da, enerjimizi birbirimizin önünü açmaya yöneltmek, siyasi aklın gereği. Bu gergin ortama inat, PKK’nın silah bırakma eşiğine geldiğini de görebiliyoruz.

Türkiye, insan gücü ve ekonomik potansiyeliyle bölgede barışı kurmada etkili olabilir. İktidarın seçimle belirlendiği, seçimle gelip gittiği bir ülke olarak bugünlere kadar gelebilmiş olmamız, önemli bir fark. Türkiye hâlâ insan kaynağıyla ve toplumuyla coğrafyasında birçok yönden öncü bir ülke ve sevilen bir toplum.

PKK meselesi ya da Kürt meselesi, bu ülkenin en dinamik güçlerini üretimden koparıp askeriyeye yöneltti. Siyaseti militaristleştirdi. Şimdi artık ülkenin ayağındaki prangalardan kurtulma zamanı. İçeride barışı sağlayan bir Türkiye daha etkili ve sonuç alıcı bir aktöre dönüşebilir. Devlet ve ordu vurgusunun yerini sivil hayat, özel sektör, üretim ve kültür vurgusu alabilir, Türkiye o tür alanlarda dünyada daha fazla sivrilebilir. Kürt meselesinin çözümü, Kürtleri de atılan her adıma ortak eder.

Devlet Bahçeli’nin dün yaptığı çağrı, dikkat çekiciydi. Sakin ve birleştirici bir dil kurmaya çaba sarf ediyor. Kolay değil 50 yıl Kürt meselesinde bir kutupta siyaset yapacaksınız sonra vizyonunuzu değiştireceksiniz. Türkiye’nin geleceğini belirleyebilecek bir barış politikasının etkili sözcüsü haline gelmek uğruna risk alacaksınız.

Her neyse, şimdi son günlerde içeride yükselen gerilimi düşürmenin bir yolunu bulmalıyız. Böyle giderse, zaten zorda olan ekonomi iyice kötüleşir. Komşularla ilişkiler de bozulabilir. Yeniden askeri yöntemler öne geçebilir.

Bir ülkenin asıl gücü insan potansiyelidir. Bunun temel ölçütlerinden biri de barışçı demokrasi, sivil hayatın enerjisi ve renkliliğidir.

Son günlerde muhalefetle iktidar geriliminde barışçı havadan uzaklaşma ve çatışmacı bir yola girme eğilimi seziliyor.