Önceki gün Ufuk Uras ile görüşen Bahçeli, bu konunun köklü bir çözümünün Türkiye’yi zincirlerinden kurtaracağına inanıyor. Devlet Bahçeli’nin, ilk başta bazı çevreler tarafından “afaki” olarak değerlendirilen çağrısının bir gerçeklik zeminine oturduğu görülüyor.
Bahçeli, Ufuk Uras’a “1960’lardan beri kavga ediyoruz hocam, artık bitsin” dedi. O günlerden bu yana süregelen bir iç çatışmanın ve büyük acılara yol açan kutuplaşmanın sonunu getirmek istediğini ifade etti. İşte bu, normalleşmeye açılan bir kapı olabilir. Bahçeli, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bu meseleyi başkalarını karıştırmadan biz kendimiz çözmeliyiz” dediğini aktarıyor ve bu konuşmanın ardından DEM Parti Grubu’na gidip el sıkıştığını belirtiyor. Bahçeli’nin ısrarı, milliyetçi camiada, ülkücüleri de kapsayan bir tereddüde yol açtı; ancak liderin ısrarı ve kamuoyunun meseleye sıcak bakmasının ardından destek geldi.
MAK Araştırma’nın son günlerde tartışmalara yol açan anketine gelirsek. Vatandaşa başarısızlıkla sonuçlanmış bir “çözüm süreci”nden bahsedilip “Yeni bir çözüm süreci ister misiniz?” diye sorulursa, olumlu bir cevap beklenemez. Yıllardır haklarında “terörist” ifadesinden başka bir şey söylenmeyen DEM Partililerin ellerinin sıkılması durumunda, ertesi gün yurttaşlardan “Çok iyi oldu…” demelerini beklemek gerçekçi değil.
Hatırlayalım: Çözüm süreci döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da destek yüzde 90’ların üzerindeydi. Ancak süreç, güven bunalımı ve çeşitli nedenlerle başarısızlığa uğradı. Şimdi ise bir barış girişiminin daha sağlam temeller üzerine inşa edilmesi gerektiği ortada.
Bir diğer kritik konu, Suriye’deki Kürtler. YPG’nin ABD ile işbirliği içinde bölgede belli bir alanı kontrol etmesi, Türkiye için bir tehdit olarak değerlendiriliyor. Türkiye, Kürt meselesinin barışçıl bir çözüme ulaşması durumunda, Suriye’deki Kürtlerle ilişkilerine yeni bir şekil verecektir. Bu yeni perspektif, Türkiye’nin diğer komşu ülkelerdeki Kürt yapılanmalarıyla ilişkilerini de olumlu yönde etkiler. Kürtler bir tehdit unsuru olmaktan çıkıp, en önemli müttefiklerden biri haline gelebilir.
Bahçeli’nin başlattığı proje, ciddi siyasi gelişmelerin kapısını açıyor. Devlet Bahçeli-Ufuk Uras görüşmesi, bize ülkedeki güç dengelerinin aydınlık bir yöne doğru değiştiğini gösteriyor. Soru işaretleri yönünde değil, soru işaretlerini aşma yönünde ilerliyoruz. Türkiye artık birlikte çay içmek için bahane aranan bir yere dönüşebilir.
Kötümser, rüzgardan şikayet eder. İyimser rüzgarın değişmesini bekler. Lider yelkeni ayarlar. John Maxwell
Muazzez İlmiye Çığ'ın kurucusu ve başkanı olduğu HZİ (Hafize/Zekeriya/ İtil) Vakfı'nın; Batı'nın, kendi insanı üzerinde denenmesine izin vermediği ilaçları Türkiye'de nasıl denediğini, bizzat kurbanların ağzından, dün anlattım. Çığ'ın ölümü üzerine değerlendirmeler yapılırken, hayatı ve ürettikleri üzerine övgüler düzülürken, HZİ Vakfı'nın üzerinden bir tartışma başladı.
1980'lerde gündeme gelen ve hâlâ nasıl işlediğini tam olarak çözemediğimiz ilaç deneme testleri sürdürülüyor mu? Yıllar önce iki gazeteci arkadaşımız Semra Somersan ve Güldal Kızıldemir bu konuyu araştırıp kamuoyunun gündemine getirmiş ancak resmi makamların nasıl bir önlem aldığını bir türlü öğrenememişlerdi. Sonraki yılların 'örnek Cumhuriyet yurttaşı' Muazzez Hanım, HZİ vakfının kobaylık ticaretini de yürütmüştü.
Muazzez Çığ'ın kardeşi ve ortağı olan Turan İtil, cezaevlerinde yaptıkları kanunsuz araştırmayı şöyle özetlemişti: “Türk teröristleri aptaldır.”
BirGün Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Aydın, bu ilaçların zorla kendisine nasıl uygulandığını ve Erzurum Askeri Cezaevi'nde yaşadıklarını Bianet'e anlattı:
“Siyasi mahkumlar üzerinde yapılan bir deney. Özellikle Amerikan menşeli, 'Komünizm bir hastalıktır, dolayısıyla hastalık pekala tedavi edilebilir' diye başlayan bir proje bu. Türkiye'de Turan İtil yürütüyor bu projeyi, komünistleri tedavi etmek için. Bunun birçok suç duyurusunu yaptık. Daha sonradan hastanelere götürdüler, incelediler, tahliller yaptılar. Herhangi bir şey çıkmadı. Sanırım zaten yanlış bir ilaçmış herhalde ki, komünist düşünce tedavi olmuyormuş. O dönemde direniş içerisinde olan, dolayısıyla hücreye giden, tek tip elbise giymeyen hemen hemen herkes o iğnelerden yedi.”
Topkapı Sarayı çalışanlarının para karşılığında kobay olarak kullanılması dünkü yazımda yarım kalmıştı Arkeoloji Müzesi gece bekçisi Süleyman Çakaloğlu, gerisini şöyle anlatıyor:
“Bize haftalarca bir hap yutturdular. Aç karnına HZİ Vakfı'na gittik. Gittiğimiz yer Mecidiyeköy'deydi. Vakıfta önce bizim kimliklerimizi tespit ettiler, sağlık durumumuzla ilgili sorular sordular. Biz bunların cevabını birer kağıda yazdık. Bize, 'Hasta iseniz ona göre, ameliyatlı iseniz ona göre ilaç vereceğiz' dediler. Bu ilaçlar bazen beyaz, bazen renkliydi. Deneylere başladığımızdan üç hafta sonra Arkeoloji Müzesi'nde çalışan arkadaşlardan Mehmet Kale bize 'Ben buraya daha evvel gittim, ayağım bu hale geldi. Benden ibret alın, gitmeyin, siz de aynı hataya düşmeyin' dedi. Mehmet Kale'nin sağ ayağı sakat kalmıştı. Şimdi kendisi emeklidir ve hâlâ da ayağı sakattır. Yalan söylemeyeyim, ama araştırmaya benim bildiğim yüz kişi katılmıştır. Sırf Topkapı Sarayı'ndan otuzdan fazla katılan oldu. Herkes para için kendi yakınını da götürüyordu. Ne ilacı, bilmiyoruz. Çok baş ağrısı yapıyordu. Uyumamıza müsaade etmiyorlardı.”
İnsan haklarını açıkça ve sistematik şekilde ihlal eden bu vakıf hakkında kovuşturma yapılmış mıydı?
O tarihlerde Bursa Cezaevi’nde kalıyordum. Nokta dergisinde 17 Mart 1985'te kapaktan sunulan, hepimizi tedirgin eden, Semra Somersan ve Güldal Kızıldemir imzalı bir dosya yer aldı. Cezaevindeki tutukluları, zorla kobay yaptıklarını okuduk. HZİ isimli bir vakıf vardı. Bu vakfın isteği üzerine tutuklular ve mahkumlar ilaç denemeleri amacıyla bu vakfın merkezine götürülüyordu.
Bu merkezdeki faaliyet, Batı’da insan üzerinde denenmesi yasak olan ve piyasaya sürülmeye hazır bazı ilaçları insan üzerinde denemekti. Yapılan denemeler insan haklarına aykırıydı. İş cezaevlerine sıçrayınca da olay boyut değiştirmişti. Sözde ilaç denemeleri, cezaevindeki siyasi tutuklu ve mahkumları hedef alan bir kampanya haline dönüşmüştü.
Bu vakıf üzerinden ilaç denemeleri 1975 yılından bu yana yapılıyormuş. HZİ Vakfı, iki ünlü isim Muazzez İlmiye Çığ ve Turan İtil’in annelerinin baş harflerinden oluşturulmuş (Hafize Zekeriya İtil). Akademik hayatının önemli bir bölümünü Amerika’da geçiren Turan İtil, araştırmalarını, çeşitli uluslararası toplantılarda sunuyordu. Onun bir konferanstaki konuşmasından gazeteci Orhan Duru’nun yaptığı haber 13.10.1983 tarihli Miliyet’te yayımlanmış. Hem de epey çarpıcı bir başlıkla…
Haberin başlığı: “Türk teröristlerin zeka derecesi düşük” yani hak hukuk çiğneyerek zorla denek olarak kullandıkları siyasi tutuklulara bir de geri zekalı etiketini de kullanmışlar. Tabii, bu vakfın ve bu vakfı destekleyen kurumların terörist tanımlarının nerede başlayıp nerede bittiğini tahmin etmek hiç de zor değil. Türkiye’de, birçok insan, yaptığı konuşmalar, hazırladığı yazılar nedeniyle terörist sayılıyor. Bu tanım yüzünden, Türkiye ile Avrupa Birliği arasında katılım müzakereleri tıkandı. Türkiye’deki terörle mücadele yasası, düşünce ve ifadeyi de terör kapsamı içine alan hükümler içerdiği için, AB ile ilişkiler geriliyor.
Dün ölen Muazzez İlmiye Çığ, işte bu çalışmaları yürüten vakfın başkanıydı. Yıllardan beri insanları para karşılığında ilaç denemelerine soktuklarını yeniden hatırlamış olduk. 17 Mart 1985 tarihli Nokta Dergisi’nde yayınlanan haber: “Muazzez Çığ, 33 yıl süreyle Arkeolojı Müzesi'nde çalışmıştı. Eşi Kemal Çığ da Topkapı Sarayı müdürüydü. 1975 yılında HZİ Vakfı'nın ilaç araştırmalarına katılanlardan biri de Arkeoloji Müzesi'nin o dönemdeki gece bekçisi Süleyman Çakaloğlu. Çakaloğlu, 'Kobaylık' tecrübesini şöyle anlatıyor: "Ben 1975 yılında İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde çalışıyordum. Yaz zamanıydı. Müzenin bahçesinde müdürün lojmanı vardı.
Bir gün bir müze yetkilisi beni ve orada çalışan diğer arkadaşları topladı. Bize, 'HZİ Vakfı'na gider misiniz? Sekiz hafta giderseniz size orada üç bin lira verecekler' dedi. Bu da bize cazip geldi. Ne iş yapacağımızı o sırada sormadık. Daha sonra, biz Topkapı Sarayı'nda ve Arkeoloji Müzesi'nde çalışan 25 kadar arkadaş, kimimiz pazartesi, kimimiz salı günü sabah aç karnına HZİ Vakfı'na gittik. ..” Hikayenin gerisi için yer kalmadı… Daha sonra devam etmek üzere…
Genel seçimler, eğer planlanan zamanlamada bir değişiklik olmazsa, 2028’de yapılacak. Son yerel seçimlerde birinci parti olarak çıkan CHP, bu seçimlerde iktidarı hedefliyor. Mevcut anayasal sistemde asıl yürütme gücü Cumhurbaşkanı’na verilmiş durumda ve CHP de tam olarak bu gücü istiyor.
Bir süre önceye kadar CHP içindeki adaylık yarışı alttan alta devam ediyordu. Son zamanlarda yarış “açık tartışmalara” dönüşmüş durumda. Örneğin, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, aday olabileceğini ve gerekçelerini şu sözlerle dile getirdi:
“Son 50 anketin hepsinde ben birinci çıkıyorum. Bu nedenle saldırıların hedefi haline geliyorum. Son 1 hafta 10 gündür acımasız saldırılar başladı. Gerek konserler gerekse her türlü iddia ile saldırıyorlar. Bu maalesef sağlı sollu yapılıyor.”
Yavaş’ın “maalesef sağlı sollu” ifadesi, parti içinde artan cepheleşmeye işaret ediyor. Parti içindeki bu erken başlayan yarışı şahsen normal ve olağan buluyorum. Bir kitle partisinde bu tür dinamiklerin varlığı anlaşılabilir bir durum. Ancak aşırı hırs ve iç çatışmaların partiye zarar vermemesi gerektiği de açık. CHP’nin parti örgütünde önemli bir güce sahip olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da “Başkan adayı benim” mesajını vermekten çekinmiyor.
Bir yurttaş olarak benim için en önemli şey, CHP’nin Cumhurbaşkanı adayının kim olacağı değil, evrensel hukuka ve insan haklarına saygılı, düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne dayalı bir sistemin nasıl kurulacağına dair somut adımlar atılması.
CHP’nin son dönemdeki normalleşme politikası, parti içinde tartışmalara yol açsa da toplum nezdinde destek görüyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bir "kardeşlik projesi" olarak adlandırdığı ve silahların bırakılmasını içeren projenin geldiği nokta da dikkat çekici. Türkiye, belli bir eşiği aştı ve Bahçeli’nin Öcalan çağrısı, yeni bir Türkiye’nin habercisi. Sürecin beklenmeyen aktörlerinden gelen dinamizm, çağın değiştiğini gösteriyor. Bahçeli’nin Öcalan konusunu gündeme getirmesi başlangıçta bazı çevrelerde abartılı bir iddia gibi görülse de, bölgedeki gelişmeleri dikkate alınca bu hamleyi anlamak kolaylaşıyor.
Türkiye’nin Suriye’ye operasyon hazırlığı yaptığı; Kürtler ile İsrail arasında dayanışma haberlerinin arttığı bir dönemde, Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusuna odaklanmak ne kadar doğru? Üstelik dört yıl içinde köprünün altından çok suların akacağı da göz önünde bulundurulmalı. Bugünün öne çıkan adayları değişebilir, yeni isimler sahneye çıkabilir.
Sonuç olarak, 2028 genel seçimlerine giden yolda, CHP’nin sınavı, iç dinamiklerini dengeleyip toplumsal güveni pekiştirmek ve iktidar yolunda stratejik adımlar atabilmek. Adayların kim olacağından ziyade, CHP’nin topluma sunacağı öneri ve hedefler, toplumda heyecan yaratabilir.
Elisa Zonaro’nun fotoğraf sergisini dolaşırken, kendi kendime hayıflandım. “Neden bizim de köydeki hayatımızdan, örneğin babaannemden bir fotoğraf yok” diye söylendim.
Fausto Zanaro’yu biliyoruz. “Elisa Zonaro nereden çıktı?” diyenlere önerimiz, Zeytinburnu Belediyesi Kazıçeşme Sanat'taki sergiyi gezmeleri. 130 yıl önce İstanbul’un fotoğraflarını çekmiş profesyonel bir kadın fotoğraf sanatçısı ve Fausto Zonaro’nun 1863 doğumlu eşi. Elisa, Ressam Fausto’nun tanınmasında ve eserlerini üretmesinde önemli bir rol oynamış. Daha da ötesi Elisa, eşi Fausto’nun İstanbul’a taşınmasına öncülük etmiş. 1890 yılında geldiği İstanbul’da iki ay içinde uygun bir ev bularak ailenin bu büyülü kente yerleşmesini sağlamış. Fotoğraflarını eşi Fausto’nun resim yapabilmesi için çekiyordu. İstanbul’un gündelik hayatını, cazibesini, zenginliğini ve yoksulluğunu, savaştan savaşa koşan bir ordunun İstanbul’daki ruh halini yansıtan fotoğraflar onun kamerasında ölümsüzleşmişti.
Zonaro’nun tabloları sarayın ilgisini çekti. Zonaro, II. Abdülhamit tarafından Saray ressamlığına getirildi, maaşa bağlandı, kendisine Akaretler’deki 50 kapı numaralı bir ev ve bir atölye verildi. Bu arada Elisa da çektiği fotoğraflarla ünlendi. 1893 yılında Paris’e giderek, fotoğrafçılık dersi alıp profesyonel fotoğrafçılığa başladı. Resimlerini çektirmek isteyen zenginlerin kapısında sıraya girdiği bir sanatçıya dönüştü.
Önceki gün Elisa’nın fotoğraflardan bir bölümünün sergilendiği Zeytinburnu’ndaydık. Galerinin tarihi dokusuyla uyum içindeki fotoğraflar ziyaretçilere İstanbul’un tarihini yaşatıyor.
Fausto Zonaro’nun, Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa ile birlikte Dolmabahçe Sarayı’nda padişahın kabulü öncesinde beklerken çektiği fotoğraftaki ışık düzeni bir ustalığı yansıtıyor. Padişahın kabulü öncesi, bekleme yeri, hafif loş ve karanlık tutulurdu. Ardından padişahın makamına girildiğinde odanın ışığı bekleyenin gözünü alırdı. Bu şekilde bir psikolojik üstünlük yaratılırdı.
Fotoğrafların bütününde bir objektifin bir kadının elinde olduğunu hemen hissediyorsunuz. O günlerde, gözlerden ırak, yaşayan İstanbullu kadınların, gündelik hayat içinde fotoğraflarına pek rastlanmaz. Elisa’nın bu engeli aştığını görüyoruz. Zaman zaman eliyle yüzünü kapatarak, utangaç şekilde poz veren İstanbullu kadınlar, Elisa’nın kamerasından, günümüze bakıyor. Çarpıcı fotoğraflardan biri de Enver Paşa’nın, babasının ve oğlunun fotoğrafı. Elisa’nın bakışındaki derinliği, ulaşılması zor bir yeteneği gösteriyor.
Ancak hikaye başladığı gibi bitmedi. 1909 yılında II. Abdülhamit’i deviren İttihatçılar, Zonaro’yu “saray ressamlığı”ndan attılar, maaşını kestiler ve tahsis edilen evi aldılar. O da ailesiyle birlikte Türkiye’yi terk etti.
Devlet Bahçeli “Sözlerimin arkasındayım” deyince işler biraz daha ciddi bir hal aldı. AK Parti saflarından Öcalan konusunda Bahçeli’ye olumlu ya da olumsuz bir karşılık gelmedi. Onun yerine “kayyum atamaları” yükselişe geçti. Bahçeli’nin “kayyum” meselesine pek sıcak bakmadığı seziliyor. Şurası bir gerçek: Eğer Öcalan’ın çağrısıyla PKK fesh edilecekse, buna uygun bir ortamın oluşması gerekir.
DEM’in belediyeleri atama yoluyla tasfiye edilirken, DEM’den Öcalan projesine destek istemek seçmen gözünde inandırıcı değil. Eğer seçilmişlerin yerine atanmışları yerel yönetim koltuğuna oturtursanız, seçilmişlerin “barış”, “kardeşlik” projelerine destek vermesini nasıl sağlayabilirsiniz? Devlet Bahçeli, böyle bir atılıma hazırlanırken, büyük bir ihtimalle, devlet içinde bazı yeni ve güçlenen eğilimleri dikkate almıştır. Yani devlet içinde Bahçeli gibi düşünen bir eğilimin de var olduğu söylenebilir.
Şimdiye dek “Son terörist temizleninceye” kadar formülünü savunan iradenin yerine yeni bir çizgi mi gelişiyor? Bu çizgi Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle “terörün sıfırlandığı” gerçeğinden hareket ediyor ve içeride barış amacını taşıyor. Bu çizgi meşru muhatabını da hesaba katan bir çizgi. Bahçeli’nin çözüm teklifine, AK Parti, “Hayır olmaz” demedi. “Evet olur” da demedi. Ancak bundan sonra Kürt meselesinin çözümüne ilişkin söylenecek her sözün, ortaya atılan her önerinin Bahçeli’nin çağrısını hesaba katacağı öngörülebilir.
Çünkü ortada net bir teklif var: Öcalan PKK’yı fesh etsin ve “umut hakkı”ndan yararlanarak serbest kalsın. Bu tartışmayı yaparken çatışma çözümleri konusunda burada daha önce de değindiğim bir örneği hatırlatmak isterim: İrlanda, Güney Afrika, Kolombiya örneklerinde gördüğümüz gibi, ileri bir noktaya gelinince, en karşıt güçler, çözümün anahtarı haline gelebiliyor. Bu nedenle, bu çözümün Devlet Bahçeli tarafından gündeme getirilmesi, çok yabancı olduğumuz bir durum değil. Sonuç olarak “çözüm” konusunda devlet içinde farklı eğilimler ortaya çıktı denilebilir.
Bahçeli’nin eğilimlerden birini temsil ettiği ve çözüme daha yatkın olduğu yorumları yapılıyor. Ne olursa olsun, Bahçeli’nin son çıkışıyla birlikte “masa başında çözüm” eğiliminin daha güçlü hale geldiği söylenebilir. İrlanda Barış Süreci’ni hatırlayalım: Sinn Féin ve IRA’nın barış sürecine dahil edilmesi, en zıt güçlerin çözümün anahtarı haline geldiği bir örnekti. Devletin tüm aktörlerinin birbirini meşru muhatap olarak kabul etmesi, barış sürecini mümkün kılmıştı. Sinn Féin’in eski lideri Martin McGuinness şöyle demişti: "Barışa karşı olan insanlar tarafından korkutulmayacağız. Biz barış inşa ediyoruz ve bu inşayı geleceğe taşımaya kararlıyız." Bahçeli'nin toplumun barış talebini kavrayışı, Türkiye için de kritik bir dönemeç olabilir. "Barış, uğrunda savaşmaya değer tek savaştır." Albert Camus.
Devlet Bahçeli, 1 Ekim 2024 tarihinden bu yana yeni bir pozisyonda. Geleceği temsil eden bir pozisyonda. Bu pozisyonu uzun uzun düşündükten, gerekli kurumlar ve kişilerle hasbihal ettikten sonra seçtiğini düşünebiliriz. Öcalan’ı Meclis’e davet ederken, ileri bir hedefe yöneldiği bir gerçek. Toplumun en el yakan sorunu üzerine konuşmak, fikir yürütmek, çözüm önerilerinde bulunmak Bahçeli’nin katkısıyla daha mümkün hale geldi.
Devlet Bahçeli’nin önerdiği yol, kesin çözüm isteyen bir yol. PKK, Türkiye’de fesh edilecek, Öcalan serbest kalabilecek. Bugünden sonra MHP lideri ilave hiçbir şey söylemese bile, cin şişeden çıktı. Peki böyle bir karara nasıl vardı?
Böyle bir çözüm yolunu Bahçeli dışında bir politikacı önerebilir miydi? Benim tahminimce, Bahçeli, bu çıkışı yapmadan önce bölgede çalışan güvenlik güçlerinin üst düzey yöneticilerinden brifingler aldı. Partinin yönetim kadrolarının görüşlerini dinledi. Yapılacak bir “silahları bırakın” çağrısının nasıl bir karşılık bulabileceğini, ne oranda destek sağlayabileceğini, ölçüp tarttı. Tabii Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu teze nasıl yaklaştığını ve neler yapabileceğini de mutlaka bir şekilde hesaba katmıştır.
Bahçeli’nin bundan sonra izleyeceği yol, kamuoyunu da çözüme yönlendirecek adımlar atmak üzerine gelişebilir. Şu an itibarıyla İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu ve bazı aşırı milliyetçi küçük partiler/gruplar dışında, toplumdaki ana eğilim, büyük oranda olumlu görünüyor.
Bahçeli’nin konuştuğu şeyler ne oranda ve nasıl bir vadede gerçek hayata geçebilir, bunu zaman gösterecek. Elbette ki ileri ve geri yönde hareketler, çeşitli rota değişiklikleri olacak. Sonuçta siyaset tam da bu tür sürpriz ve değişimlere çözüm bulma sanatı.
Bahçeli, 1 Ekim’de önemli bir yolculuğa başladı. İnişleri, çıkışları, virajları, riskleri, pürüzleri, engelleri, engebeleri, tırmanışları, rampaları olan bir yolculuk. Gelecekte, yaşadığımız bu günlerin, yolculuğun kritik bir aşaması olarak hatırlanacağını tahmin ediyorum.
“Cennete giden yol, birçok engelin bulunduğu, dik bir dağ yoludur. Cehenneme giden yol ise kaygan bir otoyoldur.” Heinz Nitschke.
Esenyurt’ta CHP’li belediyeye kayyum atandı, ardından üç DEM Parti belediyesi kayyuma teslim edildi. Bir süredir MHP lideri Bahçeli’nin çözüm konusunda çıkışlar yaptığı bir ortamda, bu gelişmeler, siyasetin yönünü yeniden değiştirdi. CHP, kayyum atanmasını, seçilmişlerin yerini atanmışların almasını, halk iradesine bir müdahale olarak görüyor ve geniş çaplı bir direniş gösteriyor. Genel olarak ciddi bir gerginlik söz konusu.
Son haftalarda gündemimizi en çok etkileyen gelişmenin sözcüsü olan Devlet Bahçeli, bu zıt ortamda ne diyecekti? Belediyelere operasyon yapılırken onun Öcalan’ı sahneye sürmesine gösterilen tepkilere nasıl bir cevap verecekti? Meclis grubunda, Bahçeli’nin söyleyecekleri, merakla bekleniyordu.
Bahçeli, çözüme ilişkin projesinin arkasında: “Geçen hafta açıkladım, herkes konuştu, daha da konuşuyorlar. Kürt kardeşlerimizle tek yüreğiz, bölücü teröre karşı aynı cephedeyiz. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan teröristbaşı, terörün bittiğini, PKK’nın lağvedildiğini, ihanet ve bölücülüğün çıkmaz sokak olduğunu söyleyecekse, haydi DEM grubuna gelsin, bunları teker teker söylesin, ak koyun kara koyun ortaya çıksın, 'umut hakkı'ndan da istifade etsin. Sözümün arkasındayım ve teklifimde ısrarlıyım.”
Bahçeli’nin çözüme yönelik bu çıkışı karşılıksız kalacak gibi görünmüyor. Öcalan’ın böyle bir açıklama yapma ihtimali olmadan, Bahçeli’nin bu senaryoyu devrede tutması mümkün mü? Devlet içindeki bazı güçlerin yeni bir çözüm perspektifi denediği söylenebilir. Bahçeli’nin bu ısrarının arka planındaki olguların neler olduğunu tam da bilmiyoruz. Bu bir ortak devlet projesi mi Bahçeli’nin kişisel girişimi mi?
Öte yandan bu projenin gerçekleşebilmesinin birincil aktörü, Abdullah Öcalan. Öcalan geçen hafta kardeşiyle yaptığı görüşmede, meseleye olumsuz yaklaşmadığını ifade etti. İkinci önemli aktör, Kandil. Onların böyle bir projeyi işlemez hale getirmesi ne oranda mümkün olabilir? Tabii en önemli aktör, Kürt halkının bizzat kendisi. Kürtlerin ezici çoğunluğu artık silahların bırakılmasını istiyor. DEM Parti de işte bu eğilimi yönlendirebilecek etkiye sahip.
Tabii çözümün başarıya ulaşabilmesi noktasında, aktörlerden biri de CHP. CHP’nin iknası, önemli. Özgür Özel, birkaç kez, böyle bir çözüme destek olabileceklerine ilişkin açık mesajlar verdi. Ancak kayyum atamaları CHP’nin sürece katılımını etkiliyor. Kürt meselesi eğer çözüme kavuşacaksa bu, bir dizi demokratik açılımla birlikte anlam ifade edebilir. Muhalefetin alanının genişlemesi, olumlu etki yapar. Bahçeli, önemli bir tezle, cesur bir tavırla ve yeni bir akılla, toplumun karşısında. Yumruklarla değil akılla konuşuyor. “Yaparım” diyor ve tutumunda ısrar ediyor. Tepkileri umursamıyor. Kayyum atamalarından memnun gibi bir hali de yok.
Bahçeli, projesini hayata geçirebilmek amacıyla başka adımlar da atabilir. “Hiçbir şey değişmiyor” denirken bazı yepyeni gelişmeler gündeme gelebilir. Ben bu çıkışın belli bir birikimin ürünü olduğunu düşünüyorum ve umudu korumaktan yanayım.