Oral Çalışlar

21 Mart 2025, Cuma 07:00

Almanlar ve biz

Alman siyaseti üzerine Reşat’la (Çalışlar) sohbet ediyoruz. Seçimlerin 23 Şubat’ta yapıldığı bu ülkede, sandıktan yine koalisyon çıktı. Bir ay öncesinde SPD (Sosyal Demokrat Parti) iktidardaydı ama seçimde üçüncü parti durumuna düştü. Birinci parti CDU yani Hıristiyan Demokrat Parti oldu. Yapılan koalisyon görüşmelerinde çıkan tablo, CDU-SDP koalisyonuna ışık yakıyor. Koalisyon görüşmelerinde, Olaf Scholz rol almayacak. Bakanlık beklentisinin de olmadığını dile getirdi. Sakin bir şekilde seçim yenilgisini kabul eden Scholz, bir anlamda siyaseti bırakıyor denilebilir. Bu durum, Almanya’da tamamen normal karşılanıyor.

Almanya’da, iktidarda olan SPD, oldukça başarısız bir dönem geçirdi ve oyları ilk kez yüzde 20’nin altına düştü. Seçimi kaybettikten sonra yeni koalisyonun küçük ortağı olmayı kabul ettiler. Eğer kabul etmeselerdi, aşırı sağcı AFD’nin yolu açılacak ve Naziler’in iktidar ortaklığı gündeme gelebilecekti. Merkezdeki partilerin uzlaşması, Naziler’in iktidar yolunu kapatmış oldu. Alman gazetelerinde sert polemik yazıları yazılsa da bu sertlik koalisyon görüşmelerine yansımadı ve süreç sakin şekilde ilerliyor. Yani kimsenin herhangi bir şeyi kırıp döktüğü yok.

Almanların tarihi demokrasi açısından acı bir geçmişe sahip. Yapılan siyasi hatalar, Naziler’i iktidara getirecek kadar vahim sonuçlar doğurmuştu. Savaştan sonra bunların üstesinden gelmeyi başardılar, parlamenter rejimi son derece kurallı şekilde işletip, gelişmiş bir demokrasi ve sağlam bir ekonomik yapı kurabildiler. Seçimi hangi parti kazanırsa kazansın asıl omurga sağlam yerinde duruyor. Sorunlar yok mu? Elbette var. Örneğin hayat pahalılığı, emekli maaşları, yüksek kiralar, Almanya’nın dış politikada yaşadığı prestij sorunları… Ancak bütün bu sorunlara rağmen parlamenter sistemi normal işleyişi içinde sürdürmeyi başarabiliyorlar.

Türkiye’deki siyasi atmosferi, Almanya ile karşılaştırmanın bir anlamı olmayabilir. Türkiye 200 yılı aşkın bir süredir modernleşme arayışı içinde. Maalesef bu 200 yılı çatışmalar, kamplaşmalar, askeri müdahaleler ve darbelerle geçirdik. Şu gerçeği kabullenelim: Demokrasinin bu topraklara yerleşmesi için siyasiler gereken cesaret ve fedakarlığı göstermedi. Kamplara ayrılmış bir ülkede ayrılıklar üzerinden siyaset üretmeyi tercih ettiler. Ayrıca, “seçim ekonomisi” diye bir kavram ortaya çıktı ve popülizm ekonomiyi yıprattı.

Bir kritik dönemden geçiyoruz. İki ayrı cephe şeklinde oluşan gerilim, siyasette alışmadığımız ölçüde sert bir noktaya gelmiş durumda. Birkaç gün önce PKK’nın silah bırakmasından, barış ikliminin yeniden yeşerdiğinden söz ediyorduk. Şimdi gene tüm denklemler değişmiş durumda.

Pazar günü Nevruz’u kutlayacağız. Birlikte kolkola halay çekebileceğimiz bir ülke umuduyla…

19 Mart 2025, Çarşamba 07:00

Şii eksenli iran planı parçalandı Suriye çoğulcu çözüm arıyor

Suriye’de Alevilere saldıran fanatik Sünni grupçuklar, İslam dünyasındaki bir tehlikeyi de gözler önüne serdi: Mezhepler arası savaş tehlikesi. İran, uzun süredir bölgede Şii eksenli bir askeri yay kurabileceğini düşünüyordu. Bu amaçla, Irak’ta “Haşdi Şabi” adı verilen, merkezi Tahran olan bir silahlı milis örgütlenmesine girişti. Lübnan’da, bileği bükülmez adam olarak tanınan Nasrallah ile birlikte hareket etmeye karar verdi. Suriye’de ise Esad Şii Yayı’nın bir parçasıydı. Ayrıca, Suudi Arabistan’ın hemen yanı başında, Yemen’de Husiler de askeri açıdan Şii Yayı’na dahil edildiler.

Ancak İsrail’in Gazze’deki saldırıları, bölgedeki dengeleri İran’ın aleyhine altüst etti. Parçalanamaz ve yenilmez bir güç olduğu izlenimi verilen bu Şii Yayı, İsrail’in Gazze saldırılarıyla birlikte büyük bir yenilgiye uğradı. Askeri ve siyasi ihtiyaçların bir sonucu olarak Hamas, bu Şii Yayı içindeki özgün ve güçlü Sünni bir gruptu. İlk darbeyi onlar yedi. Peş peşe iki önemli liderlerini kaybettiler. Ardından, “yenilmez adam” Nasrallah öldürüldü. Yetmedi, yardımcısı da öldürüldü. Esad’ın devrilmesinin ana nedeni, bölgedeki Şii Yayı’nın İsrail saldırılarıyla zayıflamış olmasıydı. Ne İran ne de Rusya Esad’a sahip çıkabildi.

Bütün bu tablonun bize öğrettiği temel mesele, din veya mezhep esaslı bir rejim kurmanın ve bu rejim etrafında toplumu örgütlemenin yanlışlığıdır. Suriye’nin bunu fark eden yeni kurucuları, dini, mezhepsel ve etnik ayrımcılığı reddeden, çoğulcu bir rejim kurma çabası içindeler. YPG’nin itirazı yeni devlete Arap İslam Cumhuriyeti damgası vurmak, bu hedeflere aykırıdır. Zaten bu koşullarda başka bir çıkış yolu da görünmüyor. Din ve mezhep temelli devletler veya devletçikler büyük sorunlarla karşılaştılar. Şimdi, bölge yeniden şekillenirken, mezhepler üstü ve etnisiteler üstü yeni bir anlayışın temellerinin atılması gerekiyor.

Biraz geriye gidersek, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından çizilen Ortadoğu haritası bölgeye bir türlü huzur getirmedi. Batı yönetimlerinin belli başlı Arap kabilelerine paylaştırdığı topraklarda kurulan devletlerin önemli bir çoğunluğu, yapay devletçiklere dönüştü. Bölgede çatışmaları bitirmeyi amaçladığını söyleyen Trump yönetimi ise iktidarının ilk günlerinde Yemen’de Husileri bombalayarak farklı bir yolun işaretlerini verdi.

Suriye’nin geleceği meselesine gelirsek… En uzun sınırımızın olduğu bu ülkede istikrarın ve demokrasinin yerleşmesi, Türkiye’nin huzuru için son derece önemli. Meseleye Suriye’deki farklı grupların iç uyumları açısından bakabilir; parçalanmış bir Suriye’nin Türkiye’ye yaramayacağını görerek bu doğrultuda bir strateji benimseyebiliriz.

18 Mart 2025, Salı 07:00

Tarihi buluşma MHP-DEM Parti

Tarihimiz boyunca belki hiç yaşamadığımız olağanüstü günlerden geçiyoruz. Bir süre önceye kadar, Suriye’deki YPG/PYD askeri varlığını Türkiye için tehdit olarak gören operasyonel ve askeri bir strateji ve ruh hali söz konusuydu. Açıklamalar birbiri ardına gelirken, Esad yönetimi devrildi.

Zaten İsrail tarafından yanmış yıkılmış olan bölgeye yeni bir operasyon yapılması değişik tahribatlara neden olabilirdi. Ama Suriye Kürtleri ile Suriye Arap Cumhuriyeti’nin temsilcileri arasındaki 8 maddelik anlaşma, bölgede gerilimi azaltma konusunda yeni bir iklim yarattı. Suriye'deki geçici yönetimin lideri Devlet Başkanı Ahmed eş-Şara ve SDG komutanı Mazlum Abdi sekiz maddelik anlaşmayı imzaladılar. Anlaşma, Suriye'deki tüm etnik ve dini azınlıkların haklarını güvence altına alıyor. SDG kontrolündeki bölge ve altyapıların Şam'a bağlanmasını ve SDG'nin Suriye Ordusu'na entegre edilmesini de öngörüyor.

Bu yaklaşım, Türkiye dahil bölgedeki devletler ve siyasi yapılar tarafından olumlu karşılandı. Anlaşmanın ardından toplanan SDG Meclisi, imzalanan metni çok olumlu bulduğunu söylerken bir itirazını da dile getirdi. Devletin “Arap İslam Cumhuriyeti” olarak adlandırılmasının Suriye’nin çok etnili, çok dinli, çok mezhepli yapısına uygun düşmediğini belirtti. Kürt bölgesinden gelen itirazın haklılığını kanıtlayan bir gelişme de bölgede son günlerde Alevilere yönelik saldırıların yaygınlaşması.

Suriye cephesinde yaşanan olumlu gelişmelerin yanında Türkiye’de de alışık olmadığımız günlerden geçiyoruz. Türkiye’nin iki farklı kutbunu temsil eden DEM Parti ve MHP heyetlerinin, Kürt meselesi gibi zıt oldukları bir konuda görüşmeler yapmaları, bölge barışı adına önemli. Bazı çevreler geçmişte yaşanan ve sonuç vermeyen bir takım girişimleri hatırlatarak ve “bu işin içinde türlü oyunlar var” diyerek geri duruyorlar. Bazıları, “Bunların hepsi ABD projesidir” şeklinde geleneksel basmakalıp tezlerle sürece karşı çıkıyor.

Umutlanmak için bu kez çok sebep var. Suriye’de bile farklılıklar artık anayasal güvence altına alınırken, Türkiye’nin de bazı temel insan hakları konusunda daha dinamik hareket etmesinin gerektiği açık. DEM-MHP uzlaşması ve buluşması, Türkiye’nin tarihi paradigmasının değişmekte olduğunu gösteren bir sonuç. Türkiye’nin demokratikleşme süreci; insan hakları, ifade özgürlüğü gibi kilit meselelerde düğümlenir. MHP de bu alandaki “karşıt ağırlığın” önemli bir bileşeniydi. Şu an ise toplumdaki beklenti MHP’nin geçmişten farklı olarak yeni bir rol üstlenebileceğine dair işaretler veriyor.

14 Mart 2025, Cuma 07:00

Trump'tan Putin'e Ukrayna uyarısı

Suudi Arabistan’ın Cidde kentinde 11 Mart’ta ABD ve Ukrayna arasındaki görüşme ABD’nin Ukrayna krizi ve silahların susması konusunda kararlı olduğunu gösteriyor. Bu görüşme, ABD’nin Trump işbaşına geldiğinden beri izlediği çizgiden farklı bir eğilimi ifade ediyor. Çünkü genel beklenti Trump’ın Ukrayna’yı ortada bırakacağı yönündeydi. Kiev bu görüşmelerde 30 günlük ateşkese hazır olduğunu bildirdi. Washington da Ukrayna'ya istihbarat ve yardım sevkiyatını yeniden başlatma sözü verdi.

Bu gelişme, Rus tarafında, pek alıcı bulmadı gibi görünüyor. Rus haber sitelerine baktığımızda, Rusya Devlet Başkanı Putin ve Rusya yanlısı Belarus Devlet Başkanı Lukaşenko’nun ortak bir durum değerlendirmesi yaptığını görüyoruz. Lukaşenko, 13 Mart tarihli açıklamasında, Moskova'nın Amerikan geçici ateşkes girişimini kabul etmesini zor gördüğünü söylüyor. Buna gerekçe olarak da Rusya’nın cephedeki askeri üstünlüğünü öne sürüyor.

Rusya, son günlerde, Ukrayna’nın Rusya’ya ait olan Kursk bölgesindeki ilerlemesini geriletmiş görünüyor. Moskova, sembolik bir anlamı olan Kursk bölgesini Ukrayna’ya kaptırmıştı. Son günlerde Rusya var gücüyle Ukrayna’yı Kursk bölgesinden çıkartmaya çalışıyor. Bu iddiasını sürdüren Rusya, “Ateşkesi kabul etmek zorunda kaldı” dedirtmek istemiyor. Bu nedenle Lukaşenko üzerinden “Kazanıyoruz” açıklamasıyla masaya daha kuvvetli oturmayı planlıyor.

Rus Devleti’nin pozisyonunu fanatik bir dille temsil eden Regnum.ru sitesinde ise Rus ordusunun son saldırısının Batı medyasında büyük paniğe yol açtığı öne sürülüyor. Alman Bild gazetesi, Kiev kaynaklarına dayanarak, Kursk bölgesinde Ukrayna Silahlı Kuvvetleri için kritik bir durumun söz konusu olduğunu bildiriyor. Alman Welt gazetesi ise şu ifadeyi kullandı: “Rusya, Kuzey Koreli paralı askerlerinin de desteğiyle aylardır söz konusu toprakları geri alabilmek için kıyasıya bir mücadele yürütüyor. Son dönemde Ukraynalılar ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kaldılar ve birçok kasabadan çekilmek zorunda kaldılar.”

Ukrayna hükümetine yakın sitelerin manşetinde ise Finlandiya’nın Ukrayna’ya yardımı var. Online.ua’ya göre, Finlandiya 200 milyon doların üzerinde bir değere sahip bir yardım paketini açıklamış bulunuyor. Yani Avrupa Birliği’nin hepsinin değilse de Finlandiya ve Fransa gibi ülkelerin Ukrayna’ya desteği hâlâ aynı şekilde devam ediyor. Bu noktada diğer ülkelerden net şekilde ayrışan ülke ise Macaristan. Macaristan’ın son olarak Rus oligark Fridman İçin AB ile yaptığı pazarlık, Ukrayna’daki gündem maddeleri arasında.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkün: Ukrayna, Rusya için kolay lokma olmadı olmayacak. Trump’ın da beklenenin aksine Ukrayna’yı Rusya’nın pençesine bırakmaya niyeti yok. Trump’ın ortalığı alt üst eden çıkışlarının da bir sınırı var ve makul olan zaman içinde egemenliğini kabul ettirecek.

12 Mart 2025, Çarşamba 07:00

Avrupa Trump’a karşı… Yeni bir yol

Trump’ın ABD’nin başına geçmesiyle birlikte dünyada dengeler alt üst oldu. Düne kadar AB’yi Türkiye için baş düşman gören çevreler, yeni siyasi kamplaşma karşısında nasıl bir yol izleyeceklerini kestiremez hale geldi. Avrupa Birliği, Trump tehdidi karşısında dünyanın gözünü diktiği yer olma özelliğiyle öne çıkıyor. Avrupa Birliği’nin geleceğiyle dünyanın geleceği arasında ciddi bir etkileşim ve bağ söz konusu.

Almanya’nın direnişi ve Avrupa’daki yeni dalgalar

Trump’ın adeta yıkıcı bir iştahla hedef aldığı bloğun en kritik ülkesi olan Almanya, bir dönüm noktasında. Batı ittifakının (İngiltere hariç) önde gelen ülkelerinden İtalya, Almanya ve Fransa’da milliyetçi-sağ hükümetler iş başında. Buna rağmen, Rusya’ya karşı koyabilen güç eksenini de bu ülkeler oluşturuyor. İlginç bir şekilde, kendi kıtasında otoriterleşmenin başını çeken Avrupa sağı, öte yandan dünya çapındaki otoriterlik merkezlerine karşıt bir ağırlık oluşturuyor. Doğu Avrupa’da ise Almanya ve Rusya arasında çok açık ve doğrudan bir nüfuz savaşı söz konusu. Bu nüfuz savaşı özellikle Romanya gibi ülkelerde demokrasiyi bloke edici rol oynuyor.

Rusya’nın Batı’ya meydan okuduğu bu günlerde, bu dönüşüm aynı zamanda yeni ideolojilere ihtiyaç doğuruyor. Tabii bu denklemi eski sağ-sol kalıplarıyla anlamak güç. Bir diğer değişim de ABD ve Rusya’nın diplomatik görüşmeleri, barış pazarlıklarını yürütebilecekleri tarafsız bölge olarak artık Suudi Arabistan’ı görmeleri. Bu bağlamda Avrupa’nın eski ağırlığını yitirmesinden söz edilebilir. Artık Batı (ABD) ve Doğu (Rusya+Çin) arasındaki yeni köprü, Suudi Arabistan gibi görünüyor. Ancak sonunda iş karar noktasına geldiğinde Avrupa Birliği’nin de hesaba katılması kaçınılmaz olacak.

Dünya, otoriterlikle demokrasi arasında bir tercihe zorlanırken, ana üslubun otoriterleşme yönüne kaydığı söylenebilir. İnsan hakları kavramı, eski içeriğine artık pek sahip değil. Peki Avrupa, insanlık adına kalan son değerleri temsil etmeyi başarabilir mi? Bunu öngörmek zor. Yine de umutla bakılan yerlerin başında Avrupa ülkeleri geliyor. Öte yandan, sığınmacı krizi, iklim değişikliği ve yeni ekonomik kriz gibi konular da Avrupa için ayrı birer sınav. Tabii sadece Avrupa değil dünyadaki tüm orta ve büyük ölçekli güçlerin insani haklar ve değerler üzerine uzun uzun konuştuktan sonra dış politikayı çıkar eksenine indirgemek gibi bir çelişkileri söz konusu. Türkiye de herhalde bunun dışında görülemez.

11 Mart 2025, Salı 07:00

12 mart vesilesiyle darbenin sağcısı solcusu olmaz

Yarın 12 Mart. Bundan tam 54 yıl önce 1971 yılında gerçekleştirilen askeri müdahale “Bir başka darbe mümkün mü?” sorusunun da cevabıydı. Bir grup asker ve bir grup sivil, ittifak etmiş, 27 Mayıs 1960’ta yarım kalmış müdahaleyi derinleştirmeyi hedef olarak önlerine koymuşlardı.

Bunu da “ilerici darbe”, “solcu darbe” diye pazarlayarak o dönemin gençliğine akıllarınca yol gösteriyorlardı. Küçük darbeci gruplar, gençliği de bu amaçla hedeflerine alet etmeyi denedi. 1960’lar dünyada bir darbeler dönemidir, aynı zamanda sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşlarının yükselişe geçmesi de aynı döneme denk gelir. Bizde de sömürgeciliğe karşı bağımsızlık fikrinin yayılmasını sağlayan gençlik eylemleri, bir yere gelip ilerleyemez oldu. İşte bu açmazın sonucu kitle eylemlerinin yerini şiddet aldı.

Bu halktan kopuk eylemler, darbecilerin işini kolaylaştırdı, sivil yönetimleri devirmeyi hedef olarak önlerine koydular. İlginçtir 27 Mayıs’ın kalıcı askeri rejime dönüşmesini engelleyen en büyük siyasi güç bu darbeleri hazırlamakla suçlanan CHP olmuştur. Aynı şekilde 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin önünü kesen ve yenilgiye uğratan sivil iradenin içinde de CHP vardır. Bu konuyu 12 Mart 1971 askeri darbesinin yıl dönümünde tekrar düşündüm. Darbenin lideri Faruk Gürler’i tankların tehdidi altında Cumhurbaşkanı seçmeyen parlamentodaki direnişi hatırladım. Darbecilerin nasıl geriletildiğini dönemin etkili siyasetçisi Bülent Ecevit’ten bizzat dinlemiştim.

Bu örneğin ne gibi bir önemi olabilir? Türkiye’de kanaat önderleri arasında yaygın bir kanaat vardır. Solcular darbecidir, sağcılar sivil yönetim taraftarı. Bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Solcu darbeci de vardır sağcı darbeci de… Bu açıdan Türkiye zengin örneklere sahiptir. Örnek mi? 27 Mayıs’ta (1960) kendisinin solcu olduğunu sananların gerçekleştirdiği darbe sonucunda sağcı Adnan Menderes ve iki arkadaşı idam edildi. 10 sene sonra bu kez kendisini sağcı kabul eden bir ekibin gerçekleştirdiği darbenin sonunda Deniz Gezmiş ve iki solcu arkadaşı idam edildi. Darbenin sağcısı solcusu olmaz, darbeci darbecidir ve gericidir. 12 Mart 1971 darbesinin 54. yıldönümünde artık meseleye

07 Mart 2025, Cuma 07:00

Trump ve yeni Dünya'da Türkiye

Haritayı iyi bildiğini gösteriyor. Afrin diyor, Membiç diyor… Kobani, Kamışlı, Cerablus’u bir çırpıda sayıyor. Halep’i anlatıyor, Rakka’daki petrol üretiminden söz ediyor. Bölgedeki askeri güçleri bir çırpıda sayıyor.

Bir istihbaratçı gibi anlatıyor. Ellerinde birer çubuk. Millet merakla onların işaret ettiği haritalara bakıyor. Sanal haritalı ders ortamı oluşuyor. Böyle bir insan tipi var işte... Bir nevi “uzman” tipi...

Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim 2024 tarihindeki çağrısıyla önce ortalık karıştı. Sırrı Süreyya Önder’in “viledalar” diye tarif ettiği bu “uzman”ların bir kesimi kendi beklentilerinin aksine Bahçeli’nin çağrısının bambaşka bir anlam içerdiğini fark ettiler.

Kısa bir duraklamanın ardından, farklı farklı tepkiler gösterdiler. Bir grup, Bahçeli’nin ne demek istediğini analiz ediyor, kendisini yeni duruma adapte etmeye çalışıyor... Kimisi öfkeli, kimisi şaşkın… Yeni çözüm hamlesinin askeri değil siyasi olduğunu görüyorlar ve o doğrultuda yeni analizler yapmanın arayışı içindeler.

Aslında onların yaptığı şey bir noktaya kadar devletin tercihleriyle paralel hareket etmekti. Ancak devlet esnek bir yapı. Gelişmelere bağlı olarak yön değiştirebilir. Suriye’deki süreç, beklenenin ötesinde yeni biçimler aldı.

Suriye’nin geleceği olsun, Kürt meselesi olsun, bölgenin etnik yapısının yarattığı gerilimler olsun; bunlar hem siyasi hem toplumsal meseleler.

Nitekim, bir siyasetçinin aklı selime çağıran çıkışıyla, siyasi hava yeni bir şekil aldı. Devlet Bahçeli’nin, “dostluk,” “kardeşlik” barış çağrısı, paradigmayı değiştirdi.

Tabii kaçınılmaz olarak yorumcular da yorumlarını yeni gelişmelere bağlı olarak değiştirmek ihtiyacını hissetti.

05 Mart 2025, Çarşamba 07:00

Büyükada’nın Lido'su yok artık

Adalılar özeldir. Ada kelimesi Latince birçok alfabede “island”, “isle”dir. Yani bizim dilimizdeki karşılığı ‘izole’dir. Bunu laf olsun diye söylemiyorum. Adalılar, kendilerine has bir kibre ve heyecana sahiptir.

Eskiler özellikle Rum ustalardan övgüyle söz ederler. Biz onların son dönemine rastladık. Koço Kalfa’yı, ressam Tiraje Dikmen tanıştırmıştı. 105 yaşına kadar Büyükada’nın dağında tepesinde dolaştı. Koço Kalfa’yı İstanbullular bilmez, bizim için özel bir tarihi değere sahiptir. Sokakların ve konakların tarihini bilirdi. Hikayesini anlatırdı.

Adalıların en büyük değeri, en evrensel kıymetlisi hiç şüphesiz Lefter Küçükandonyadis’tir. Onun yaşamı üzerine çok değişik efsaneler üretilir.

Adaların dikkat çekici özelliklerinden birisi lokantalarıdır. Ama Rum usta kalmadı. Eskiden kalan isimleriyle bazı lokantalar yaşıyor. Façyo, Milto, Lido. Adanın bir tane kitapçısı var: İksida Kitabevi. Bayan İksida bu geleneği ailesinden devralmış sürdürüyor.

Adalar geçmişte sanatçıların, gazetecilerin, yazarların rağbet ettiği önemli merkezlerdendi.

Hüseyin Rahmi Gürpınar, Reşat Nuri Güntekin, Sait Faik Abasıyanık, Halide Edib Adıvar, Yahya Kemal Bayatlı, Nurullah Ataç…

Abidin Usta aradı. Büyükada’nın tarihi mekanlarından Lido Lokantası’nı kapatmak zorunda kalmışlar. Aşırı kira artışı nedeniyle ve pahalılıkla baş edememişler. Abidin 1970’li yılların sonunda Sivas’tan gelmiş. 15 yaşını tamamlamadan İstanbul’un birçok ünlü lokantasında bulaşıkçılık yaparak lokantacılık kariyerine başlamış. Sonra mutfağa terfi etmiş. 1986’da Büyükada’ya dönmüş ve Birtat lokantasında 14 sene çalışmış. 1989’da Sait Bey’le ortak olarak Lido’yu kiralamış ve Lido Lokantası’yla mesleğinde bir üst lige yükselmişti.

Her yıl ağustos ayı içerisinde Adalı gazetecilerin buluşma mekanlarından birisiydi Lido. Kapandığını duyduğumda üzüldüm. Çok hatıralarımız vardı.