Bizim siyasetçiler, yurtdışından, demokratik kuruluşlardan ve ülkelerden gelen eleştirilere geleneksel bir tezle cevap verir: Dış kaynaklı bölücü propaganda.
Bu ülkede hiçbir zaman basın özgür olmadı. Her dönemde düşünce ve ifade özgürlüğü bir sorun olarak görüldü. Yaşadığım bir tarihi anıyı bu vesileyle paylaşmak istiyorum. 2001 Kasım seçimleri öncesi. Trabzon’da dönemin belediye başkanı Asım Aykan’la sahilde sohbet ediyorduk. Asım Bey’in telefonu çaldı. AK Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan telefondaydı. Ne var ne yok derken sohbete ben de dahil oldum. Söz benim Öcalan ropörtajı nedeniyle hüküm giymeme geldi. O sırada cezası kesinleşen Tayyip Erdoğan, serzenişte bulundu: “Düşünce özgürlüğünü savunan partiler sizin için bir kanun çıkardılar, bizleri de kasıtlı olarak bu kanunun dışında bıraktılar.”
Erdoğan haklıydı. TBMM’de bazı cezaların ertelenmesi amacıyla bir kanun çıkarılmış, yazarların ve çizerlerin cezaları ertelenmışti. Ben bu kanun sayesinde cezaevine gitmekten kurtuldum. Kanundan Erdoğan ve Erbakan yararlanamadı. Konuşmaları nedeniyle ceza alanlar bu kanuna dahil edilmedi. Yazara, çizere tanınan ifade özgürlüğü konuşana tanınmadı. Doğru olan, onların da cezalarının düşünce suçu kapsamında ele alınmasıydı. Her iki politikacı da bir dönem siyaset yasağıyla yüz yüze geldi. Sonunda CHP Genel Başkanı Deniz Baykal devreye girdi ve bir yasal değişiklik yapılarak Erdoğan’ın siyaset yasağı kaldırıldı. Ayrıca Anayasa Mahkemesi de onların cezalarını düşürdü.
AB, bizi, basın ve düşünce özgürlüğü açısından sorunlu bir ülke olarak tanımlıyor. Türkiye’nin AB üyeliğinin gelip takıldığı en kritik nokta bu. Bizdeki Terörle Mücadele Kanunu’nun düşünceyle terör arasına bir sınır koymaması ya da koyduğu sınırların düşünce özgürlüğünü zedeleyen nitelikte olması. Bu noktada anlaşma sağlanamadı.
Basın-yayın hayatımız büyük varoluş sıkıntılarıyla ayakta durmaya çalışıyor. Medyadaki kutuplaşma medyayı ve tüm yayın hayatını zehirleyen bir etki yapıyor. Herkes kendi kavrayışını, pozisyonunu temel alarak bir gerçeklik inşa ediyor. Herkes kendi öznel gerçekliğinin kendi algısının konforunda yaşıyor. İfade özgürlüğü sorunu, toplumsal bir sorun.
Türkiye bu açıdan epeyce deney biriktirmiş bir ülke. Çok acılar çekilmiş, çok bedeller ödenmiştir. Bu zorlukları da aşacağımıza olan umudumuzu yitirmeyelim.
Tarsus’ta doğduğum ev, Danyal Peygamber’in mezarının çok yakınındadır. Danyal Peygamber hemşerimizdir. Bu nedenle Tarsus’ta erkek çocuklarına Danyal ismini koymak bir gelenektir. Şehirde bu isim çok yaygındır. Benim de Oral adımın başına Danyal eklenmesi anneannemin ısrarıyla olmuştur. Danyal Peygamber’in kabri olduğu kabul edilen mezar, Tarsus’ta Makam Camisi’nin altındadır. Geçmişte şehrin ortasından akan Berdan Nehri, Makam Camii’nin altından geçiyordu.
Mezarın etrafında ortaya çıkan zengin kalıntılar Tarsus’ta değişik tarihi zamanlarda değişik kültürlerin, uygarlıkların yaşadığına ilişkin yeni kanıtlar sunuyor. Danyal Peygamber’in, adından en çok söz edilen öyküsü, “Şahmaran” öyküsüdür. “Mar” Farsça yılan demektir. Şahmaran ise yılanların şahı anlamına geliyor. Tarsuslulara göre Şahmaran Tarsusludur. Tarsuslu, Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer’in başkanlığındaki Uluslararası Tarsus Festivali'nin ikincisine bu nedenle Şahmaran adı verilmiştir. Tarsus’ta çocukluğumuzda iki hamam vardı. İkisi de tarihi yapılardı.
Eski Hamam diye de anılan hamamın bir adı da Şahmaran Hamamı’dır. Bu hamamın hâlâ uzun yıllardır aynı aile tarafından işletildiğini biliyorum. Tarihi kayıtlara göre bu hamam Selçuklular döneminden kalma olup halen hizmet vermeye devam ediyor. Eski Hamam’ın girişinde, mermerlerin üzerinde, kırmızı çizgiler vardır. Bunların Şahmaran’ın kanı olduğu söylenir. Peki bu Şahmaran öyküsü nedir?
Öyküye göre; bir gün ülkenin padişahı hastalanmış. Ülkenin veziri hastalığın çaresinin Şahmaran'ın etini yemek olduğunu söylemiş ve her yere haber salınmış. Şahmaran’ın saklandığı kuyunun yerini de ölümsüzlük iksirini bulan Danyal Peygamber’in oğlu Camasb biliyormuş. Ağır baskı ve işkencelere rağmen Şahmaran’ın yerini söylememek için uzun süre dayanmış. Sonunda Camasb pes edip, kuyunun yerini göstermiş. Şahmaran bulunduğu yerden dışarı çıkarılmış. Şahmaran, Danyal Peygamber’in oğlu Camasb'a; "Beni toprak çanakta kaynatıp suyumu vezire içir, etimi de padişaha yedir" demiş. Böylece vezir ölmüş padişah da iyileşip Camasb'ı veziri yapmış. Efsaneye göre, Şahmaran'ın öldürüldüğünü yılanlar bilmiyor. Bir gün bu gerçeği öğrendiklerinde yılanlar Tarsus’u istila edecek ve intikamlarını alacaklarmış. “Tarsus yılandan gidecek” diye anlatır Tarsuslular. Önümde yeni bir çalışma duruyor. Abdi Musa’nın Camasb-Name öyküsü. Kimliği tam olarak bilinmeyen Abdi Musa’nın yazdığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü’nce yayınlanan Camasb-Name, iki akademisyen olan Müjgan Çakır ve Hanife Koncu tarafından hazırlanmış. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, bu yayınlanan eser için “Türkçe’deki en önemli Camasb-Name çevirisi” vurgusunda bulunuyor. İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat, kitaba gönderme yaparak “Yılan ile insanın dostluğu ya da düşmanlığı çok ama çok eski zamanlara, elmaya kadar uzanır…” diyor. Kitabın PDF formatı internette yüklü. “Camasbname PDF Atatürk Kitaplığı” yazınca bulabiliyorsunuz.
ABD Başkanı Trump’ın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la ilgili değerlendirmelerini ben de herkes gibi merakla izledim. Ardından CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e kulak verdim. İlk tepkim, “Bu kadar öfkeli şekilde konuşmaya lüzum yok” şeklinde oldu. Bir muhalefet liderinin kurması gereken cümleler bence yaklaşık şöyle olabilirdi: “Teşekkür ederiz Bay Donald Trump, dileriz ki önümüzdeki dönemde özellikle Ortadoğu’da sürüp giden çatışma ve savaşlara karşı ortak tavır alabiliriz. Savaşın değil, barış ve uzlaşmanın egemen olduğu bir dünya istiyoruz. Bölgede barışın tesisi açısından ABD’nin oynayacağı rol önemlidir.”
ABD uzun yıllardır dünyadaki birçok olumsuz durumun asıl sorumlusu olarak görülüyor ve öyle kabul ediliyor. Büyük askeri gücü, ekonomik ve teknolojik yaratıcılığın merkezinde bulunması, onun etki alanını genişletiyor, müdahale imkanlarını artırıyor. Üstelik şimdi bu gücün başına yeniden Trump geçmiş durumda. Fevri, agresif, ne zaman ne yapacağı pek hesap edilemeyen bir ABD başkanı var. Bir önceki döneminde neler yaptığını, neler yapabileceğini gördük.
Özgür Özel, ABD ile ilişkilerin olumsuz yönde gelişmesini tetikleyecek bir yaklaşımda bulunmaz diye düşünmeyi tercih ederim. Türkiye’nin ABD’ye yeteri kadar sert çıkmadığını mı söylemek istiyor? “Neden daha yüksek sesle konuşmuyorsunuz” mu demeye getiriyor? Tabii ki bölgede ABD’nin oynadığı olumsuz rol gözardı edilemez. Öte yandan, ABD bir süper devlet. Ona bütünüyle düşmanlık temelinde bir yaklaşım, Türkiye’nin çıkarına değildir ve olamaz.
ABD ile stratejiyi “daha fazla kavga” değil çözüm ve denge, yani bölgenin ve insanlığın toplam faydası üzerine kurgulayabilmek esas olmalı. Tabii süper devletlerin de kendilerine göre hesapları, zaafları, üstünlükleri, psikolojik inişçıkışları olabilir. Anlık tepkileri, dürtüsel davranışları olabilir. Siyasi atmosferi ABD aleyhine zorlamak ve ilişkileri iyice bozabilecek bir tempoya geçmek, sağlıklı değildir. Bu tür “emperyalizme karşı yüksek sesli retorik”ler şimdiye kadar pek kimseye fayda getirmedi. Yerli gericilik, saldırgan milliyetçilik, yasakçı kadın düşmanı akımlar bölgede cirit atıyor. CHP’nin son dönemde izlediği normalleşme çizgisinin, dış politikaya da uzanması mümkün olamaz mı? Uzlaşmayı öne alan, sorunları polemikleştirmek yerine masa başında konuşmayı seçen bir muhalefet tarzı gerek. Olgun, barışçı ve sivil yaklaşıma tam da dış politikada ihtiyaç var.
"Gerçek ilerleme, kötü olanı yok etmekte değil, iyi olanı inşa etmekte yatar." İspanyol siyasetçi ve düşünür Joaquin Costa.
Bizim mahallede bir kısım muhalif Özgür Özel’e veryansın ediyor. Onun üzerinde oluşturulan, parti içi ve parti dışı çevrelerin yarattığı baskı, rahat hareket etmesini, eleştirel bir tutum almasını, objektif değerlendirmeler yapmasını zora sokabiliyor. Özgür Özel, son seçimlerden Türkiye’nin birinci partisi olarak çıkmış ve önemli değişimler geçirmiş bir partinin lideri. Esad konusundaki bir yanlış cümlesi üstünden onu hedefe oturtmak yanlış. Demokratik bir sistemde devletin istihbarat örgütü ana muhalefeti de kritik dönemlerde bilgi sahibi etmekle yükümlüdür. Ortak akla, sorunları aşmaya çalışırken farklılıkları dinlemeye en çok ihtiyacımız olan dönemdeyiz.
Suriye’nin şu an içinde bulunduğu durum tam anlamıyla kaos. 60 yılı aşan tek parti yönetiminde kurgulanmış sistem çöktü. Esad zalimdi. Peki onun yerine talip olanlar nasıl bir dünya kurguluyor? Şu anda Şam’ı ele geçirmiş İslamcı gruplar umut veriyor mu?
Dünyanın önde gelen gazeteleri, siyaset yorumcuları, Şam rejiminin devrilmesinde Türkiye’nin verdiği desteğin tayin edici bir rolünün olduğunu vurguluyorlar. Türkiye’den bu iddiaları yalanlayacak bir çıkış gelmedi. Öte yandan Türkiye, YPG/PYD örgütlenmesini ‘terörist’ olarak niteliyor ve onların yeni iktidar yapılanmasında yer almasını istemiyor. ABD ve Rusya ise tersi yönde davranıyor.
Trump’ın son değerlendirmeleri siyaset yorumcularına yeni veriler sundu. ABD yönetimi, Esad’ın Türkiye’nin desteğiyle yıkıldığın söylüyor. Suriye’de muhalif güçlerin bir kesiminin direnerek Şam rejimini devirmesinin en önemli unsurlarından biri Türkiye idi. Ankara, YPG/ PYD yapılanmasını kontrol altında tutabilmek, Suriye’nin yönetiminde söz sahibi olmasını engelleyebilmek için diplomatik ve askeri güçlerini hareket halinde tutuyor.
Suriye’nin ikiye ayrılmış bölgelerinde Türkiye’nin farklı rolleri olabilir. Dünyanın maddi desteği için birleştirici ve uyumlu bir dili önemli. Afganistan’daki Taliban deneyimini canlı olarak yaşıyoruz. Afganistan'da, kadın düşmanı rejim, başlangıçta yalanlarla kimi tepkileri yatıştırmış ancak sonra karanlık bir yönetimi devreye sokmuştu.
Özgür Özel’e dönersek, böyle dönemlerde muhalefet önemli bir işlev üstlenebilir. Muhalefetin hedefe alınması, işlevsiz hale getirilmek istenmesi, memleketin hayrına değil. İktidarıyla muhalefetiyle demokratikleşmeyi geliştirmek temelinde yeni bir uzlaşma zemininde buluşmaya ihtiyaç artıyor.
Suriye’nin yeniden inşa edilmesi sırasında iki temel mesele gündeme gelecek. Birincisi mezhepsel, ikincisi etnik temsil. Yeni Suriye’de farklılıklar kendilerini nasıl güvende hissedecekler? Etnik ve sosyolojik yapı oldukça karmaşık. Yüzde 65 civarında oldukları tahmin edilen Sünni Müslümanların yüzde 70’i Arap. Geri kalanı Kürt, Türkmen… 1960’lardan bu yana Suriye’yi, Şiiliğe yakın bir mezhepten olan Nusayri bir aile yönetti. Nüfus içindeki karşılıkları yüzde 10-15 arasındaydı.
Türkmenlerin bir bölümü, Dürziler, keza Lübnan Hizbullahı, Şii cephesindeydi. Hatay ve Kilis çevresindeki, Adana ve Mersin’deki Arap kökenli Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının ezici bir çoğunluğu da Nusayri. Suriye’nin Şam rejiminin İran’la siyasi işbirliğinin temellerinden biri, mezhepsel yakınlıktı. Esad rejimi yıkılırken, Suriye'nin Nusayriler tarafından yönetilmesi de son buluyor.
Şam’ı ele geçiren (HTŞ dahil) irili ufaklı bütün yeni gruplar Sünni. Üstelik dini referansları güçlü. Geçmişte Suriye’nin bölge ülkelerine oranla seküler bir yaşam tarzı vardı. Hıristiyanlar iktidarda temsil ediliyorlardı. Şimdi her şey altüst oldu. Yeni yönetim nasıl şekillenecek, bunu söylemek zor. HTŞ ve SMO gibi örgütler, Suriye’nin batısına egemen olurken, Fırat’ın doğusu PYD/YPG egemenliğinde. PYD ve YPG'nin ABD ile köklü bağları var. Aynı şekilde İsrail, Kürtlerin bölgedeki varlığını destekliyor.
HTŞ lideri Colani’nin “Kürtler Suriye’nin asli unsurudur” demesi, yeni yönetimle YPG arasında bir uzlaşmayı mı ifade ediyor? Bundan sonra Kürtler de Suriye devleti içinde temsil edilecek mi? Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Meclis’te DEM Partilelerle tartışırken kullandığı “Suriyeli Kürtler” ifadesi, geçmişten farklı yeni bir yol anlamına geliyor. Belli ki Türkiye, PKK’nın Suriye’deki varlığını bir müzakere konusu haline getirecek.
Türkiye’ye dönersek
Bahçeli’nin başlattığı, toplumun ve Meclis’in geniş desteğini alan çağrı ve çözüm formülü, orta yerde duruyor. Siyaset, toplumun beklentilerine, doğru cevap verebilme sanatıdır. Bahçeli, “Silahlar susacak, acılar dinecek, birlikte kahvemizi pişirip içebileceğiz” demişti. Suriye’nin geleceğinde etkili bir rol oynamanın yolu, kimseyi yok saymadan birlikte hareket edebilmektir. Özal’ın "Türkler ve Kürtler birlikte büyük bir enerji yaratır" sözünü hep hatırlıyorum.
Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün (DPI) organize ettiği bir toplantı için Cenevre’deyiz. İngiltere’den, değişik Avrupa ülkelerinden ve Türkiye’den diplomatlar, akademisyenler, gazeteciler, Suriye’deki rejimin çöküşünün ardından, neler olabileceğini konuyla ilgili insanlarla konuşuyor, tartışıyoruz. DPI’ın CEO’su Kerim Yıldız: “Biz bu toplantıyı organize etmeye karar verdiğimizde Esad’ın birkaç gün içinde yıkılacağına ilişkin bir beklentimiz yoktu. Düne göre bugün çok değişik bir ortamdayız. Ortadoğu’da paradigmayı değiştiren gelişmeler oldu. Şimdi bu yeni durumu analiz etmeye çalışacağız.”
Bir çalışma niteliğindeki toplantı, Ufuk Uras’ın Devlet Bahçeli ile yaptığı görüşmeye ilişkin değerlendirmesiyle başladı. Bölgenin böylesine alt üst olduğu koşullarda, içerideki önemli bir gerilim kaynağını çözmeye yönelik bu buluşmanın tarihi anlamını konuştuk. Geçmişte çözümün en çok karşısında olmuş bir partinin, solcu bir siyasetçiyle bir araya gelmesi, umut vericiydi. Ancak, özellikle muhalefete yakın yayın organlarında, TV, gazete ve sosyal medya sitelerinde böyle bir adımı sempatiyle karşılayanların sayısı fazla değil. 2015’te kesilen çözüm süreci tecrübesi de tarafları ihtiyatlı davranmaya itiyor. Nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, Devlet Bahçeli’nin Öcalan’a çağrısı kayıtlara geçmiş durumda.
MHP sözcülerinin o çağrının ardından geçmiştekilerle kıyaslanmayacak ileri analizler yaptıklarını gözlüyoruz. Örneğin MHP genel başkan yardımcılarından İsmail Özdemir, "Türkiye’yi Kürtlerle eşit olarak birlikte yöneteceğiz, Aleviler devletin her kademesinde temsil edileceklerdir" diye özetlenebilecek bir konuşma yaptı. Bir başka genel başkan yardımcısı Feti Yıldız, kayyum konusunda yaşanan haksızlığa son vermek amacıyla siyasetin idare üzerindeki hegemonyasını kaldıran bir kanun değişikliğine gidilmesinden söz etti.
Nitekim bu değişiklik konusunda MHP ve CHP temsilcileri bir araya geldi. Bu arada Esad’ın devreden çıkmasıyla Ortadoğu’daki denklemin nasıl bir şekil alacağını kestirmenin çok zor olduğu da konuşuldu. Düne kadar, 60 yıla yakın bir zamandır Şam’a, Şii-Nusayri bir aile egemendi. Şimdi bu aile, yakın çevresi ve en önemlisi de merkezi idarenin her yanına yayılmış Nusayri’ler, Şam’da etkisizleştirildi. Onların yerine gelen yeni güç ise Sünniler. Üstelik dini kimlikleri ön planda tutan grupların koalisyonu. Önümüzdeki günlerde bu alanda ağır saldırganlıklara tanık olma ihtimalimiz fazla. Dünyayı bu konuda uyarmak gerekiyor.
YPG/PYD, Fırat’ın doğusuna çekiliyor. Şu ana kadar bu konuda çok ciddi bir gerilim ortaya çıkmadı. Ancak bu mesele hâlâ orta yerde duruyor. Türkiye’de uzlaşma ve çözüm aranırken, Suriye’de çatışmak mümkün olabilir mi? Daha buna benzer çok sayıda sorunun cevabını bulmak, şimdilik mümkün görünmüyor. Sonuç olarak, DPI’ın toplantısında, çatışma çözümleri alanında yetkin isimlerden oluşan Avrupalı eski başbakanların, bakanların yer aldığı Uzmanlar Konseyi’nin, daha dinamik hareket etmesi konusunda fikir birliğine varıldı.
Avrupalıların “Cihatçı örgütler” adını verdiği İslamcı grupların Suriye’de gücü ele geçirmesi, Batı’da endişe yaratıyor. Öte yandan, “Bundan en çok Türkiye mi kârlı çıkacak?” sorusunu da kendilerine soruyorlar. The Wall Street Journal, Esad’ın devrilişini bu bağlamda yorumlamaya çalışıyor.
Benzer tahliller Financial Times’ta da yer alıyor. Son 2-3 gündür batının önde gelen gazetelerinde sıklıkla gördüğümüz bir değerlendirme şöyle: “Erdoğan hükümeti, yıllardır İslamcı grupları desteklemesinin semeresini, Suriye’de yeni kurulacak İslamcı bir iktidarla alabilir.” Herkesin üzerinde hemfikir olduğu noktalardan biri, Rusya ve İran’ın iki kaybeden olduğu.
Buna Lübnan’daki Hizbullah’ı da ekleyebiliriz. Hizbullah tam anlamıyla çöktü. HAMAS lideri İsmail Haniye’nin İran’ın orta yerinde öldürülmesi ve ardından gelen İsrail saldırıları, Suriye’nin iki büyük desteğini hareketsiz hale getirdi. Suriye’deki Şii rejimin çöküşünde İsrail merkezindeki aktörlerden. İsrail; İran ve Hizbullah’ı vurarak, Suriye rejiminin çöküşünün maddi temelini oluşturdu. Hizbullah ve İran, Ortadoğu’daki dengelerde önemli rol oynuyordu. Ancak yedikleri ağır darbe onları oyun dışına itti ve Esad’a destek veremediler. Batı dünyasında, Türkiye’nin “cihatçı” grupları destekleyerek yeni bir etki alanı açtığına vurgu yapılıyor.
İspanyol El Pais gazetesine göre Türkiye cihatçılığa verdiği desteğin karşılığını almak için, Suriyeliler ise “Yeni bir iç savaş tehlikesinden kurtulur muyuz?” diye bekliyor. İtalyan Rai News web sitesi ise cihatçı isyancıların Suriye’deki ilerleyişinin arkasında Erdoğan’ın çıkarlarının olduğuna dikkat çekiyor. El Pais şöyle devam ediyor: “Yıllardır Türkiye’de mülteci olarak yaşayan Suriyelilerin ülkelerine geri gönderilmesi ve kuzeydeki Kürt güçlerinin zayıflatılması açısından Türkiye bir fırsat yakalamış olabilir.”
İspanyol La Vanguardia Gazetesi’ndeki değerlendirme de şöyle: “Yeni bir düzenin etkili güçlerinden Türkiye, Ortadoğu’daki etkisini artırma çabasında. Türkiye’nin desteğiyle kurulacağı görünen yeni Suriye yönetimi, rejim sonrası kaosun önlenmesi için çaba gösteriyor. ABD’nin terörist olarak nitelediği bu gruplar ılımlı bir imaj çizerek uzlaşma mesajları veriyor. Türkiye’nin denetimindeki ılımlı İslamcı bir Suriye, bölge için daha az tehdit oluşturabilir mi? Batılı yorumcuların en fazla üzerinde durdukları konulardan birisi Erdoğan’la Kürtler arasındaki zıtlaşma. Türkiye Kürtleri bir tehdit olarak görmeye devam ederken ABD ve İsrail bu grupları stratejik mütteffik olarak değerlendiriyor.
Erdoğan Suriye’deki Kürtlerin yarı bağımsız durumunu kabul etmek zorunda kalsa da bu konuda ne yapacağı netleşmiş değil.” Çinli “Tencent News” ise Esad rejiminin çöküşünün Ortadoğu’da yeni bir dönemi başlatmasını yorumlarken, İran ve Rusya’nın azalan etkisine ve Türkiye’nin bu yeni durumdan yararlanabileceğine, bölgedeki etkisini genişletebileceğine vurgu yapıyor. Ancak Suriye’deki karmaşık durum Türkiye’ye yeni zorluklar yaratabilecektir. Özellikle Kürtlerle yeni bir ilişki biçimi ortaya koymadan, yeni uzlaşma alanları yaratmadan Türkiye açısından zorlukları aşmak kolay değildir.
“Bir çatışmadaki hedef, zafer kazanmak değil, gelişim ve iyileşme olmalıdır.” Fransız deneme yazarı Joseph Joubert.
1960’larda dünyada sosyalizm ve devrimler rüzgarı esiyordu. 1968 yılında, İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ı, SBF Öğrenci temsilcileri olarak, avukat olma hakkının elimizden alınmasını protesto amacıyla ziyaret etmiştik. Sükan’ın masasında bir kitap duruyordu.
Alberto Bayo’nun “Gerilla Nedir?” (ANT Yayınları) kitabı. “Ben de bu işlerden anlarım arkadaşlar” dedi ve kitabı bize gösterdi. Azılı bir anti-komünist olarak ün yapmış İçişleri Bakanı bile komünist gerilla kitabını okumaktan söz ediyordu. Çünkü o günlerde moda bu yönde işliyordu. Türkiye’de de solun yükselişiyle birlikte aydınlar arasında sosyalizme yönelim yaygınlaşmıştı. Gençlik içinde en etkili akım, Mihri Belli’nin liderliğini yaptığı MDD’cilikti.
Belli’nin 'Milli Demokratik Devrimi'nin hedefi şuydu: Asker-sivil aydın öncülüğünde önce devrim yapılacak ve sonra sosyalizme geçilecekti. İki aşamalı devrim teorisinin kritik gücü askerlerdi. Sivillerin bir anlamda görevi, askerleri darbeye ikna etmekti. Doğan Avcıoğlu’nun Devrim dergisi ise daha da açık sözlüydü. Askerleri darbeye katmak için, gerekirse çeşitli kışkırtmalarda bulunulacak, masum insanları da hedef alan komplolar meşru ve gerekli görülebilecekti. Türkiye’deki “Baasçı”lar, “kemalist değişim”i bu açıdan yarım kalmış bir süreç olarak görüyorlardı. Avcıoğlu, “kemalist devrim”i “antiemperyalist, antifeodal millî demokratik devrim” olarak tanımladı. Önce Cumhuriyet devrimi gerçekleşecek, sonra sosyalizme geçilecekti.
Avcıoğlu’nun, İlhan Selçuk’un, Uğur Mumcu’nun ve tanınmış birçok aydının yazarlık yaptığı Yön Dergisi’nde yayımlanan yazılar "Kemalist-Sosyalizm" anlayışını savunuyordu. Baasçılığın ya da benzeri akımların o tarihlerde maddi bir temeli vardı. 1950’lerin sonu, 1960’ların başında, sömürgeciliğe karşı Afrika’da ve Asya’da gelişen milliyetçi ayaklanmalar, devrim ateşini dünyaya yayıyordu. Genç Afrikalıların başını çektiği güçlü bir antiemperyalist akım yeni umutların kapısını açıyordu. Bağımsızlık talebi ve milliyetçilik, bir arada yürüyordu. Lumumbalar, Cemal Abdülnasır’lar, Hafız Esatlar, simgeler haline gelmişlerdi.
Vietnam-Laos-Kamboçya ise doğrudan sosyalizme ilerlediklerini söylüyorlardı. “Arap Baası” işte bu rüzgarın içine kendine has bir formülle girdi. İlericidevrimci bir tek parti yönetimiyle toplum yukarıdan aşağıya eğitilecek, sosyalizm yönünde bilinçlendirilecekti. Bilinç onlara dışarıdan öncü parti yoluyla iletilecekti. Bu deneme, Arap ülkelerinde tek adam, tek parti diktatörlüğü yaratmış, ihtilal ve devrim lafları arasında otoriterleşme hakim olmuştu. Aynı zaafı sosyalist ülkelerdeki tek parti yönetimleri de yaşadı.
Baasçılıktan geriye liderlik kültü ve güvenlik temelli bir yönetim modeli kaldı. “Arap sosyalizmi” iddiasıyla devletin ekonomiye hakim olduğu bir yapı kuruldu. Güçlü bir güvenlik aygıtı ve kişisel liderlik kültü üzerine kurulu otoriter bir yönetim yerleşti. "Baas" kelimesi Arapça'da "yeniden diriliş" anlamına gelir. Baasçılar Arap dünyasındaki diğer akımlara kıyasla daha seküler bir görüntü veriyorlardı. Ama bu ideoloji baskı rejimine malzeme hazırlamak dışında topluma sadece fukaralık ve yalnızlık bıraktı. Baas bitti. Yeniden dirileceği de yok.