Bugünlerde eliniz sarı tondaki kıyafetlere daha çok gidiyorsa, sarı gözünüze her zamankinden daha bir hoş geliyorsa, etrafta sarı giyinenler ve sarı objelerde artış varsa... Bu bir tesadüf değil. Bu renk, akıl sağlığımızı korumak için yaptığımız bilinçdışı tercihlerden biri.
Bilimsel açıklaması var. Bu köşede geçen haftalarda yine irdelediğimiz Dünya Mutluluk Raporu’na göre gezegenimizin mutluluk puanları düşüşte. Nasıl olmasın? Ekonomik krizler, belirsizlikler, haksızlıklar, kayıplar içinde sis bulutunda yürüyoruz. İnsan zihni, bu karanlık tabloya karşı kendini korumaya çalışıyor. Renklerden güç almaya başlıyoruz. Doktorlar, sarıyı ‘dopamin rengi’ olarak tanımlıyor.
Bu renk beyni harekete geçiriyor, iyi hissettiriyor, umut hissi veriyor. Ama bu kez bağıran bir sarı tonu değil de daha sakin, daha yumuşak, daha kremsi, zarif, rafine bir tona sarıldık: Tereyağı sarısı. Neden limon değil de tereyağı sarısı? Çünkü hakiki tereyağı artık dünyanın birçok yerinde ‘lüks’ gıda. Simgesel olarak ‘keyif, konfor ve erişilmezlik’ çağrışımları var. (Ayrıca insanların ekranlar üzerinden, temas etmeden alışveriş yapma alışkanlığı da tereyağı gibi iştah açıcı gastronomik çağrışımlar yapan ‘duyusal alışveriş’ akımlarını tetikliyor.) Hayat üzerindeki kontrolümüz azaldıkça, kontrol edebildiğimiz şeylere yönelen biçare varlıklarız, nihayetinde. Kaybedilen maddi kontrolün yerini estetik seçimlerle dolduruyoruz. İşte bugünlerde ceketimizin rengi, duvar boyamız, masa örtülerimiz, bakım ürünlerimizin ambalajlarının tereyağı sarısı olmasını istememiz buradan geliyor. Hayat zorlaştıkça onu kolaylaştıran bir yerden tutunmaya çalışıyoruz.
Yeni normal: ‘Geç annelik’
Hayat, kronometre gibi yaşanmayacak şekilde kırılma yaşadı. Yani 20’li yaşlarda mezun olup çalışmak ve evlenip aile kurmanın çizelgesi değişti. Çünkü hem biyoloji hem ekonomi hem de toplumsal beklentiler artık buna müsait değil. Amerika’dan bir rapor yayınlandı. 2022’de 40 yaş üstü kadınların doğum oranının 20 yaş altı kadınları ilk kez geçtiği açıklandı! 2023’te bu eğilim daha da güçlenmiş. Üstelik bu sadece Amerika’ya özgü bir durum değil. İngiltere’de Ulusal İstatistik Ofisi’nin verilerine göre kadınlar ilk çocuklarını ortalama 31 yaşında dünyaya getiriyor. Bu yaş, ülke tarihinin en yüksek seviyesi. 1970’lerde bu yaş, 24’müş. Genç annelik her geçen gün gerilerken 40 yaş üstü ‘geç annelik’ yeni normal oldu. Çünkü hayatın ritmi değişti. Kadınlar da ister istemez bu ritme ayak uydurdu. Neden böyle ilerledi? Esas mesele, zaman. Zamanın farklı akması. Yani bu sadece tıbbi ya da teknolojik bir sonuç değil; kültürel bir kaymanın da sonucu.
Hilary Swank, 48 yaşında ikiz doğurdu
BU BİR KRİZ Mİ?
Artan yaşam süresi, teknolojik gelişmeler ve toplumsal rollerin esnetilmesiyle ‘yaşam döngüsü’ yeniden yazılıyor. Erkekler ekonomik olarak eski nesiller kadar güçlü değil. İlişkiler daha kırılgan. Geçinmeye gönlü olma refleksi azaldı. Kadınlar daha güçlü ama yorgun. Gençlik dönemi sosyal medya çağına denk gelenlerin 20’li yaşları, dijital platformların kaotik vitrininde geçti. Bildirim bağımlılığı, aile kurmak için gereken maskülen enerjiyi yedi bitirdi. ‘İnfantilizm’* kültürü hayatın her alanını ele geçirdi. İnsanlar kendilerine ‘geç kalır’ oldu. Birbirine de geç kalıyor, haliyle. Dünya Sağlık Örgütü bile yaş kavramını güncelledi. 18 yaştan 45 yaşına kadar ‘genç yetişkin’ sayılıyoruz. ‘Pro yetişkinlik’ 65 yaş sonrası yükleniyor. Fakat kadın biyolojisi henüz bu sosyo-kültürel hıza yetişmiş değil. Sadece hayat koşulları iyileştiğinden vücudun üreme potansiyeli daha uzun süre korunabiliyor. Eksik kalan kısmı tüp bebek, yumurta dondurma ve diğer doğurganlık teknolojileri tamamlıyor. Hayatın temposunun biyolojik sınırları değişmiyor, ama esniyor. Yani anneliği ertelemek, bir kriz değil; çağın zaman algısına uyumlanmakla ilgili bir tercih. Kadınların, hayatın doğal akışıyla teknolojik imkanlar arasında denge bulma çabalarının bir sonucu. (*) Bkz. İnfantilizm hakkındaki 7 Temmuz 2024 tarihli yazım.
ÇAĞIN GÖRÜNMEZ HASTALIĞI: ANOMİ
Anomi kavramı, ilk kez 19. yüzyılda Fransız sosyolog Emile Durkheim tarafından ortaya atılıyor. Modernleşen toplumlarda insanların kendini yalnız, bağlantısız, köksüz hissetmesini ‘anomi’ kelimesiyle tanımlıyor. İnsanın değerlerle, alışkanlıklarla, aidiyetle, birlikte olmanın yazılı olmayan kurallarıyla tamamlandığını hatırlatıyordu. İşte o kurallar ve değerler çözüldüğünde oluşan ‘dağılma’ hissine ‘anomi’ diyor. Bedenen kalabalıkta ama ruhen boşlukta olma hissi. Toplum hızla değişince insanlara ‘bireyselleş’, ‘kendin ol’ baskısı dayatıldı. Oysa mesele, özgürleşmenin yalnızlaşmak olmaması. Sosyal bağlar kısıtlama anlamına gelmiyor; insanın güven ve huzur kaynağı. Onun için ‘anomi’ bugünün adı konmamış yorgunluğunu anlatıyor.