Sabah kahvenizi içerken bir yandan favori müzik listenizi dinliyor, kargonuzun takibini haritadan yapabiliyorsanız, klima istediğiniz ayardaysa, alışveriş indirimleri, avantajlı tatil paketleri, yeni dizi önerileri, kariyer ipucu bildirimleri alıyorsanız... Tebrikler. Luxury trap simülasyonunda yaşıyorsunuz. Luxury trap, Yuval Harari’nin geliştirdiği bir kavram. Lüks tuzağı demek. İyi de bunların nesi lüks? Telefonun, internetin ve kredi kartının nesi lüks? Harari’ye göre medeniyet ilerledikçe özgürlükler artmadı. Sadece ‘zincirlerimiz’ daha konforlu hale geldi. Zincirler artık demirden değil, kablosuz bağlantıdan oluşuyor. İşte tam da bu nedenle teknolojiyi elinde tutanların kültürel üstünlüğünü ve dayatmalarını yaşıyoruz. Üstelik bu pek yeni bir söylem değil. Romalı politikacı Tacitus’un yaklaşık 2 bin yıl önceki sözleri halen güncel. Tacitus, “Roma, Britanya’yı kılıçla değil; şarap, sıcak banyo ve gösterişli sofralarla teslim aldı” demişti. Bugünün şarabı, akıllı uygulamalar. Sıcak banyosu; algoritmalar.
ÖZGÜRLÜK ZİNCİRİ
Yani başlangıçta bizi özgürleştiren her şey; bildirimler, siparişler, öneriler, zamanla bizi meşgul, bağımlı ve yönsüz kılıp pasifize etmeye başladı. Tekno-kapitalizm, bize yalnızca ürün değil; zihin formatı, arzu algoritması satıyor. Biz özgür olduğumuzu sanarken, aslında bir platformun içeğinde optimize edilmiş sürümlere indirgenmiş olmaktan öteye gitmiyoruz. Dünya halkları, konforla ‘işgal’ ediliyor. İşte bu nedenle, sisteme en iyi şekilde uyum sağlayan değil de en az ihtiyaç duyanlara, ‘çevrim dışı’ kalabilenlere, ‘kutsal’, ‘ermiş’ veya ‘deli’ muamelesi yapılıyor. Çünkü bugün, gerçek ‘lüks’, her şeye erişebilmek değil; zihnini ve ruhunu satmadan yaşayabilmek. Dopamin uğruna bildirim dilenmemek, etkileşim için ‘thirst trap’lere (ilgi çekme tuzaklı paylaşımlar) tenezzül ve tahammül etmemek. Yavaş başlayan günler, iç huzur, koşulsuz sevgi, evde pişen yemek, anın içinde var olma hissi, seçme özgürlüğü, sağlıklı bir beden, kitap ve gazete kokusu gibi çok basit görünen ve bugün erişilmesi en zor olan, algoritmaların önerilerinde bulunamayacak olan şeyler.
YETİŞKİN OLMAK BİRAZ DA ALBAY JESSUP’I ANLAMAKTIR
O unutulmaz replik bugünlerde zihnimde daha çok yankılanıyor: ‘You can’t handle the truth!’ (Hakikati kaldıramazsın). Jack Nicholson’ın ‘A Few Good Men’ filmindeki o sahnesi... Nicholson’ın oynadığı Albay Nathan Jessup, bir askeri disiplin davasında ifade verirken söylüyor bunu. Yasalara göre yanlış bir emir vermiştir ama o, verdiği kararın ordu düzeni için zorunlu olduğunu savunur. Çünkü kurallara inanır. Bu filmi ilk izlediğimde bu sahnede yalnızca ‘bağıran, kibirli bir adam’ görüyordum. Kendi hakikatine saplantılı, toksik bir otorite figürü olarak kodlamıştım. Ama yetişkinlikte bu sahnedeki adamı daha farklı yorumlamaya başladım. Jessup’ın kendi hakikatini söyleme şekli korkutucu, evet. Ama hakikatin rahatsız edici olanı, bağırarak gelebiliyor. Büyümek, haklı olmakla huzurlu olmanın aynı şey olmadığını öğrenmek demek.
HUGH GRANT HUYSUZLUĞU DİYE BİR ŞEY VAR
Romantik komedi filmlerinin utangaç ama çekici ve zarif adamı Hugh Grant, 60’ından sonra ‘huysuz ve tatlı bir ihtiyar’ ikonu haline geldi. Ve hepimizin içindeki huysuz ihtiyarı tetikledi. Kırmızı halıda “3 kelimeyle anlatır mısınız?” sorusuna verdiği “Hayır” yanıtıyla başladı onun bu yönünü keşfimiz. Soru soran kadını çaresiz bıraktı. Biz de bu sayede sorulan soruların ne kadar anlamsız olduğunu fark ettik. Sonraki röportajlarında da günlük hayatta tahammül edemediği şeyleri içtenlikle sıraladı. Yavaş yürüyenlerden, sırt çantası takanlardan, plastik su şişeleri yerine sürekli termosla gezenlerden rahatsız olduğunu filtresiz bir şekilde itiraf etti. İşin ilginci, bu hali, önceki halinden daha gerçekçi ve komik. Daha bizden biri gibi. Çünkü bizler de aslında sonsuz sabırla gülümseyen insanlar değiliz, pek çok anda içimizden geçenleri bastırmakla meşgul oluyoruz. Bu yüzden Hugh Grant’ın huysuzluğu kimseye batmadı. Aman diyeyim. Siz yine de bu kadar filtresiz olmayın. Çünkü bu huysuzluk, biraz da Hugh Grant olmanın ekmeğini yemekle ilgili.