Tam 1.5 sene önce Mart ayının başlarında, okullar iki haftalığına dünyayı saran ve hepimizin elini kolunu bağlayan ancak o dönemlerde tam olarak hiçbirimizin olacaklardan haberdar olmadığı dönemlerde, tatil edildi.
Tabii hepimizin, istisnasız tüm dünyanın konusu olan salgın sebebiyle okulların açılmasından çok hepimiz hem kendimiz hemde sevdiklerimizin sağlıkları için endişe eder olduk. Maalesef pek çok sağlık çalışanımızı bu amansız hastalık sebebiyle kaybettik. Pek çoğumuz gibi bende bu amansız hastalık sebebiyle çok sevdiğim dedemi kaybettim. Ailemde pek çok kişi hastalığa yakalandığı için çok endişeli günler geçirdim. Yaz başında hepimiz aşılarımızı olmuş olsakta maske-mesafe-temizlik kuralına aksatmadan uyar olduk çünkü tehlike hala devam etmekte ve hatta farklı varyantlarla çocuklara bulaşmaktaydı.
Açıkçası belki bu yüzden, belki de aslında vaka sayılarının okulların kapatılmasının üzerinden 1.5 sene geçmesine rağmen neredeyse 20 katına çıkmış olmasından mütevellit eğitim-öğretim döneminin başlamasından ve risklerindem kaygılıydım. İşin aslı hala da kaygılıyım.
İki ilköğretim öğrencisi çocuk annesi olarak çocuklarımım 1.5 senede ne kadar zorlandıklarına, öğretmenlerinin ekran karşısında kendilerini çocuklara dinletmek için, çocukların konsantrasyonunu sağlamak için nasıl canhıraş şekilde uğraştıklarına, evde pekiştirme testler çözdürmek, dijital dünyadan mümkün olduğunda onları uzak tutmak adına- artık ne kadar mümkünse o kadar- uğraştığımıza hepimiz gibi bende şahidim.
Okula gitmelerinin risklerini bir yana koyduğumda tabii ki bir ekonomist olarak ilk kurduğum denge kar-zarar dengesi oluyor ve tabii ki sağlıkları ağır basıyor, evde kalmaları daha güvenli bir seçim gibi geliyor ancak nereye kadar? Ne zamana kadar? Ne zaman biteceği belli olmayan bu süreçte eksik kalan eğitimleri, yaşları gereği taptaze olan dimağlarının sürekli ekrana maruz kalmaktan aldığı hasar, akranlarıyla, arkadaşlarıyla değil de sürekli ebeveynleriyle geçirdikleri vakit yüzünden sosyal benliklerinin gelişmeyişi.. İşte bu zarar listesi uzayıp giderken, okullar yarın resmi olarak açılıyor.
Ne yazıktır ve talishsizliktir ki, çantalarına defter kalemden ziyada maske-dezenfektan ve bilumu hijyen gereçleri giriyor Z kuşağı dediğimiz yeni nesil çocukların. Umarım ve çok dilerim ki, hem eğitim hayatları hemde sağlıkları daha fazla hasar görmeden, yara almadan bitip gider bu salgın..
İleride tarihe geçecek bu anlara sadece 1.5 seneleri tanıklık eder de daha fazla yara almaz bizim güzel çocuklarımız…
Her şeyin zamanla aslına rücu ettiği acayip bir tekerrür mekanizması, hayat denilen şey.
Geçmişte yaşanılarak öğrenilen, tüketilen, zamanla anlamını yitiren, sebebini bilmeden kabullendiğimiz ve sebebini öğrenmeden reddettiğimiz pek çok öğreti yeniden ve yeniden hatırlatıyor kendisini.
Son 10 yılın tüketim çılgınlığı, sorgulamadan harcatan, israf ettiren, hızlı tüketimi büyük bir marifetmiş gibi gösteren içinde bulunduğumuz çay, yaşanan son dönemdeki salgından mıdır, doğanın biz tüketmeyi bırakınca nasıl yenilendiğine şahit olduğumuzdan mıdır yoksa başta anlattığım gibi “dön dolaş geçmişi yaşa” tekerrüründen midir bilinmez, artık bitti.
Yani o sonsuz tüketme arzusu, sorgulamadan harcatan, ne olduğunu anlamadan yenisini sepetimize eklediğimiz satın alma heyecanı yerini , gelenek ve göreneklerimizin özünde var olan, çok kıymetli, çok değerli öğretilere nihayet yeniden bıraktı.
Doğanın son dönemde “artık benim kaynaklarım sizlere yetmez oldu ey insanlık, ya bana yardım yenileneyim ya da başına geleceklere hazırlıklı ol!” çığlığının da etkisiyle, bireyler, kurumlar, markalar sürdürülebilirlik, geri dönüşüm, geri dönüştürülebilirlik, tasarruf ve israftan kaçınmak için yöntemleri konuşur oldular.
Bu gerçekten hepimiz adına çok sevindirici bir durum bana göre.
Sizlerle bir sonraki yazımda sürdürülebilirlik konusunu daha detaylı konuşmak istiyorum açıkçası ama tasarruf ve boşa harcamamak konusunda yakın zamanda benimde içinde bulunduğum bir komitenin kuruluşunu müjdelemek isterim.
Ev ve yaşam kategorisi markası Fairy ile yepyeni bir yolculuğa çıktık. Fairy’nin , konusunda uzman beş kişiden oluşan
Yıllardır konuşulan, doğa dostu pek çok kurumun son 5 yıldır bağıra bağıra anlatmaya çalıştığı ‘kaynakların doğru tüketimi’ ve ‘kaynakların daralması’ mevzusu 2020 pandemi dönemiyle ateş topu gibi düştü gündemimize.
Pandemi sebebiyle başlarda pek öncelikli olmasa da artık hepimizin önemsemesi, dikkat etmesi ve duyarlı olması gereken, geri dönüşüm, sürdürülebilirlik, kaynak kullanımı ile ilgili yazılarımla bundan sonra sık sık sizlerle neler yapabileceğimizi konuşacağız.
Bu konuda kolektif bilincin ne kadar fayda sağlayacağı konusunda hemfikirizdir ve ben eğer bir kişide bile bu farkındalığı sağlayabiliyorsam çok mutlu olurum çünkü kelebek etkisine çok inananlardanım.
İlk olarak 6-12 Ocak Enerji Tasarrufu haftası olduğu için buradan başlayalım istiyorum.
Bugün, tüm dünya, sanayiden, teknolojiye, ulaşımdan, iletişime, gıdadan, inşaata, savunmaya varana kadar her konu enerji ile hayat buluyor.
Düşünsenize, evinizde kullandığınız elektrikli ev aletlerinden, üretime tüm dünya enerji ile var oluyor.
Kaynaklarımızı tasarruflu kullanmayı öğrenmek için en doğru alan enerji gibi geliyor bana.
Pekiyi enerji tasarrufu için bizler bireysel olarak neler yapabiliriz, nasıl fayda sağlayabiliriz?
Mart 2020’den beri hepimiz 1 Ocak 2021’i bekliyoruz. Hepimiz sanki bir mucize olacak ve 23:59-00:00 arası hayatımız bir anda eski normallere dönecek gibi hissediyoruz.
Sanki yaşananların suçu 2020’nin gibi, evin kabahatli küçük çocuğunu, ebeveynimize şikayet eder cinsten veryansın eden ağabeyler, ablalar gibiyiz tüm sosyal medya mecralarında.
Astrologları dinliyoruz ve onlar 2021’in her ne kadar 2020 kadar zor ve tutulmalı olmadığını söyleseler de, tam biz rahatlayacakken, kocaman bir 'ama' çıkıyor her ağızdan, "Ama dünya artık geri dönüşü olmayan bir değişim, dönüşüm çağında" diyorlar.
Peki ne oldu, ne değişti 2021 ile beraber hayatınızda? Benim gördüğüm hepimiz yine aynı yerde, aynı kaygı ve endişelerle, belki kimimiz biraz daha alışmış, kimimiz nevrozdan psikoza eğilimli, hepimiz evde olduğumuz bu dönemde aldığımız kilolardan dertli, çocuklar uzaktan eğitime hala tabii ve maalesef hepimiz hala aynı tehlikenin potansiyel kurbanları olarak beklemekteyiz.
Evet değişen bir şey yok belki bireysel hayatlarımızda 2021 itibariyle ama bence hepimiz aynı dilek ve duygularla girdik bu yeni yıla.
Hepimizin önceliği gerçekten dolu dolu, laf olsun diye değil çok derin ve anlamını kavramış olarak “ sağlık” dilemek oldu.
Hepimiz aslında biraz o şikayet ettiğimiz hayatların ne kadar özel ve ne kadar önemli olduğunu kavradık. Bir dost ile çay, kahve sohbeti yapmanın, kalabalık sofralarda buluşmanın, istediğimiz ve imkanlarımızın el verdiği seyahatlere çıkmanın ve hatta hiç düşünmeden asansör düğmesine basmanın kıymetini anladık.
2020 yılı boyunca kişisel çatışmalarımız aza indirgendi çünkü hepimizin toplu şekilde çok daha büyük bir savaşı vardı.
Ülkemizde son dönemde adını sıkça duyduğumuz, sosyal medyada ailelerin evlatları için çırpınışına tanık olduğumuz ve herbirimizin eminim elinden geleni yapmaya çalıştığı, maalesef sınırlı zaman ve bahsedilen yüksek meblağlar yüzünden çaresiz hissettiğimizi bir hastalık türü, SMA..
Genetik geçişli bir kas hastalığı olan SMA’nın iki farklı tipi mevcut. Birincisi doğum itibariyle tanısı konulan birinci tip, diğeri ise ilerleyen yaşta fark edilen tip iki.
SGK’nın karşılamadığı ve ilacının yurtdışından temini edilebildiği bu hastalığın, sosyal medyada yasal bir derneği olduğu gibi, aileler bireysel olarak kitlelere ulaşmak ve bağışlarla evlatlarını yaşatabilmek için çırpınıyorlar.
Bir anne-baba için daha acı bir şey olabilir mi sizce? Bahsedilen rakamlar çok ciddi boyutta maalesef.
Yazın başlarında, SMA hastası çocuklar için bir televizyon kanalı ile bağış kampanyası düzenlemek için kolları sıvamıştım ki, bağışlanan para bir havuzda toplanamadığı ve hastalığın ilacı Türkiye’de olmadığı için devam edemedik.
Sosyal medyada bu duruma duyarsız kalamayan ünlüler, fenomenler ve birçok kişi bağış toplayabilmek için, bir nebze destek olabilmek için canlı yayınlar, kampanyalar yapıyor.
İşte burada da bizim insanımızın yüce gönüllüğü ortaya çıkıyor.
Geçen günlerde, SMA hastası dört çocuk için bir canlı yayın kermesi düzenlendi.
Kitap okumayı çocukluğundan beri çok seven biri olarak, bundan 1 sene önce arkadaşımın tavsiyesi ile Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun 'Madalyonun İçi' kitabını okudum.
Ne olduysa o kitaptan sonra oldu. Bu kitabın arkasından yine aynı yazarın, 'Günahın Üç Rengi', 'Hayata Dön', 'Kral Kaybederse' ve 'Camdaki Kız' isimli kitaplarını bir nefeste okuyup bitirdim.
İşin gerçeği bu kitaplar; benim gibi dram okuyamayan, izleyemeyen birini bile naif anlatım dili, tasvirleri ve hikayelerin gelişime sürecini tadında bırakan anlatımıyla büyüledi.
O dönemlerde bir dizinin psikolojik sahnelerini yazdığını öğrendiğim Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun, her ne kadar o dizideki sahnelerini seyredememiş olsam da, açıkçası iyi bir okur olarak kitaplarının televizyonda yer alacağını tahmin edebiliyordum. Çünkü hikayeler çok can alıcı, inanılmaz ama gerçek ve mutlu sonla tedavi süreci tamamlanmış şekilde bitiyordu.
Beklediğim de oldu. Önce ‘Kırmızı Oda’ girdi hayatımıza, sonrasında ‘Masumlar Apartmanı’.
'Kırmızı Oda'da, Gülseren Budayıcıoğlu’nun kliniği, asistanı, odası ve hatta yemek alanı bile tam da kitapta tasvir edildiği gibi kurgulanmış.
Kitabı okuyan herkes benimle aynı şeyi hissetmiştir eminim. Çünkü müthiş bir tasvir yeteneğiyle anlatılan klinik bir anda gözünüzün önünde can buluyor. İnsanlar, danışanlar, psikologlar…
Bizim evde babaannemle yıllarca bir kuralımız vardı, dizi seyretmezdik. Çünkü onlar bizim için kurmacaydı. Biz gündüz kuşağındaki reality şov veya eğlence programlarını izlerdik.
Sanırım o yıllardan kalma bir alışkanlık ve çocukların televizyon ve özellikle dizilerden uzak kalması gerektiğine inandığımdan, yıllardır bizim evde sadece çizgi film kanalları açılıyor.
Hangi kanalda hangi çizgi dizi saat kaçta, sorun söylerim. Bu konuda oldukça iddialıyım.
Bu yaz, yazlıkta annemin izlediği bir diziye ki, annem dizi uzmanıdır, hangi dizi izlenir, hangi dizinin reytingi yüksek olur, daha ilk izleyişte anlar ve puanlandırır, bana izlediği diziyi mutlaka izlememi söyledi ve çok eğlenceli olduğunu iddia etti.
Ben dizilerden anlamayan biri olarak, şöyle bir bakayım diye denk geldiğim Sen Çal Kapımı dizisinin 3. bölümüne resmen vuruldum. Bayıldım ama neden bu kadar beğendiğimi kendim bile başta anlamadım.
Aslında çok klişe olan zengin ve yakışıklı erkek ile mütevazı, güzel ve akıllı kadın arasındaki sinerji, oyuncu kadrosunun güçlü oluşu, seçilen renk tonları, dizinin belki de tam da benim izleyebileceğim kadar yumuşak geçişleri olması, entrika ve şiddetten uzak olması..
İlk başta çözemedim, ben bu diziyi neden bu kadar çok sevdim?
Pandemi dönemiyle olağandışı şekilde hayatımıza giren uzaktan eğitim sistemine, okula dönüş döneminde olağan şekilde giriş yaptık.
Tüm ebeveynlerin beklediği bir süreçti aslında. Hiç kimse okulların açılacağına zaten ihtimal vermiyordu. Ancak itiraf ediyorum, pandemide eşimin evde olması, uzaktan eğitim sürecini benim için oldukça kolaylaştırıyormuş.
İlkokul döneminde iki çocuk, iki ayrı odada online eğitim derslerindeyken hangisine bakacağımı, hangisi için yazıcıdan çıktı alacağımı şaşırmışken, bir de internet evi terk edince tam bir kaos içinde buldum kendimi. Uzaktan gelen inşaat gürültüsü de işin cabası..
Bir de üstüne, "İnternet gitti, ben derse girmiyorum" diyen oğlumu, telefonumdan bağlamak için ikna etme çabaları... Ben ilk günden yoruldum sevgili anneler...
Günlük ev işleri, yemek, şahsi işlerim derken uzaktan eğitimin ilk günü düşündüğümden daha zor ve yorucu geçti.
Kendi eğitim hayatımdan hatırladığım en önemli şey, derslerden ziyade okula gitmek, arkadaşlarımla sosyalleşmekti.
Üniversiteye başlarken babamın bana ilk öğüdü, derslerden çok üniversite havasını solumak, iyi arkadaşlar edinmek, üniversite yıllarının tadını çıkarmaktı.