‘Yapılacaklar listesi’, ‘Görüşülecekler listesi’, ‘gündemi takip etme duygusu’ ve ‘gündelik hayat koşuşturması’ derken git gide ‘sığ’laşıyoruz kendi dünyalarımızda... Prof.Dr. Engin Geçtan’ın çok sevdiğim tabiriyle ‘proje insan’lara dönüşüyoruz. Hep ‘bir şeyler’ yapmalı, hep ‘bir yerlere gitmeli’ ve moda deyişle hep ‘update’ olmalıyız. Çocukluğumuzun o ‘ucu olmayan zaman’ kavrayışına ne kadar uzağız. ‘Zaman’a dair algımız ne kadar ‘güdük’ yetişkin hayatlarımızda... Bırakın uzun zamanları, ‘kendimize’, sadece kendimize ait kısacık zamanlarımız bile yok artık... Bilmiyoruz bile kendimizle başbaşa kaldığımızda ne yapacağımızı.
Hatta korkuyoruz bu duygudan. Hep bir şeylerle doldurmamız gerektiğine inanıyoruz ‘zaman’ı. ‘Anlam’lı şeylerle. Oysa ‘Bunu da aradan çıkarttım’ duygusuyla, ‘Bunu da hallettim’ duygusuyla, bir performans telaşıyla geçiriyoruz ‘zaman’ı... Anlamlı sandığımız şeylerin, aslında bize bir ‘anlam’ katmadığını fark etmeden... Belki de en çok ihtiyacımız olan şey ‘kendimize ait olan zaman dilimleri’. Ama bir görev gibi yapmak değil bunu. O zaman yine ‘suni’leşiyor çünkü bu duygu. ‘Kendime zaman ayırmalı ve şunları şunları yapmalıyım’ duygusu değil bahsettiğim... Aksine, ‘bırakmak kendini’... Gündemin, ‘yapılacaklar listesi’nin dışına çıkabilmek ara sıra da olsa...
‘Görüşülmesi gereken’lerle değil, kendinle kalabilmek... ‘Okunması gereken kitap’ları değil, ‘okumak’ istediğin kitabı okumak... Belki saatlerce hiçbir şey yapmadan öylece ‘durmak’... Belki sokaklarda zamanı unutana dek yürümek... Belki de koca bir günü yataktan çıkmadan geçirmek... ‘Boşa geçtiğini düşünmeden’ hiçbir şey yapmamanın huzurunu yaşayabilmek... Esas lüks bu çünkü... İnsanın gönül rahatlığıyla kendiyle baş başa kalabilmesi. İç dünyasına teslim olabilmesi. Doldurmaya çalışmak değil de ‘zaman’ı, ‘zaman’ın içinde ‘huzur’la kaybolabilmek... Bunu deneyimleyebilenler, var oluşun tadını çıkarabiliyor ancak...
Çocukları korumaktan ne anlıyoruz?
İnternetin olmadığı bir dönemde yaşıyor olsaydık, ‘Amma da abartıyorlar, ne var ki bu reklam filminde?’ diye düşünebilir, Evy Baby’nin ‘bebek bezli minik kadınlar’ını gösteren filmini sevimli bulur, aklımıza bir kötülük getirmeyebilirdik. Ne var ki, artık böyle ‘saf’ça düşünemeyecek kadar çok bilgiye sahibiz. Dünyada son yıllarda çocuklara yönelik tacizin yüzde 90 oranında arttığından tutun da, hangi ülkede kaç internet kullanıcısının ‘pedofil’ (küçük çocuklara cinsel ilgi duyan) olduğuna kadar her türlü bilgi var önümüzde. Türkiye’nin de bu konuda çok ciddi boyutta sorunu olduğu ortada.
Yılda ortalama 7 bin çocuğun cinsel istismara uğradığı ve her 3 cinsel saldırıdan birinin 2-5 yaş arası çocuklara yönelik gerçekleştiği yazıyor kaynaklarda. Peki nasıl oluyor da hala minicik çocukları ‘cinsel obje’ olarak sunan reklam filmleri çekebiliyoruz? Hadi birileri bu filmi çekiyor, nasıl oluyor da her konuda pek bir ‘hassasiyet’ gösteren denetleme makamlarımız bu filmin yayınlanmasına müsaade edebiliyor?
Ya bizler hala nasıl saf saf ‘cici kedi/köpek resimleri’ paylaşır gibi sosyal medyada bu görüntülerin yayılmasına aracılık ediyoruz? Bir tarafta çocuklarımızı internetten korumak için filtrelere başvuruyor, öbür tarafta ‘bilinçsizce’ çocuklarımızı ‘istismar’ dünyasına malzeme ediyoruz. Çocuklarımızı gerçekten korumak istiyorsak eğer, esas bu konularda ‘hassasiyet’ göstermeliyiz.
Nazifa
Geçtiğimiz hafta bir kafede ‘tesadüfen’ tanıştım Zehra Serap Azbay’la. ‘Nazifa’ adında bir roman yazmış, genç ve güzel bir kadın. ‘Ben bir Balkan kızı olduğum için kültürümüzün güzel taraflarını ortaya koymak istedim. Kitaba, Balkanlar’a ait bir bahar bayramı olan Hıdrellez’le başladım’ diyerek hediye etti romanını bana. Kitabın tamamını okumadan yazmak gibi bir niyetim yoktu ama kitaptan önce, Azbay’ın misyonu ilginç geldi bana. Türk toplumunun okuyan bir toplum olmadığını, okuyucuyu araştırmaya sevk etmenin en masum yolunun onlara aşk ve entrika ile süslenmiş bir hikaye sunmak olduğunu söyleyerek, kitabının aynı zamanda okuyucuyu ruhsal gelişime hazırlama amacı güttüğünü de ifade etti Azbay.
Bu yüzden herkesin anlayabileceği basit bir yazı dili kullandığını ve ülkemizde halen tabu olan cinsellik, aristokrasi, gizem, tarih ve din olgularını bu kitapta buluşturduğunu söyledi. Hakikaten de kitap Balkanlar’daki katliamlardan tutun da Osmanlı’ya, doğa üstü olaylardan, İslamiyet’e, Sakarya Meydan Muharebesi’nden, sarışın, mavi gözlü asker Mustafa Kemal’e emanet edilen Pertevniyal’e kadar geniş bir yelpazeyi konu ediyor kendine. Dili ve anlatım tarzı son derece duru ve akıcı Azbay’ın.
Dediğim gibi, henüz bitirmedim, başlarındayım romanın ama beni esas etkileyen ‘Hedef kitlem siz değilsiniz, kitap okumayan kesim’ demesi ve bu kesime ulaşabilmek için tarihi, dini konuları, tabuları, ‘aşk ve entrika’ ile süsleme formülüne başvurduğunu ifade etmesi oldu yazarın. Ve tabii bir de ‘Her kadın Nazifa ise neden Kemal’ler bu kadar az ya da kendini Kemal zanneden Mustafa’lar neden bu kadar fazla?’ sorusu...
Haftanın notları
- Sevgilisi Enver Selim Kurtoğlu ile birlikte görüntülenen oyuncu İpek Tuzcuoğlu gazetecilere ‘Fotoğraflarımızı yayınlarken üzerine nazar boncuğu da koyun’ diyerek ricada bulunmuş. Mayıs ayında Prof.Dr. Murat Öncel ile evlenen oyuncu Şahnaz Çakıralp ‘Kocalık görevini yerine getiremiyor’ diye açıklamada bulununca Öncel eşine hem boşanma davası hem de tazminat davası açtığını ifade etmiş. (Bu ‘büyük aşklar, büyük laflar’ dünyasının hızına yetişmek zor. İpek Tuzcuoğlu’nun ‘hayatımın aşkı’ dediği rol arkadaşıyla aşkı ve sürpriz evliliğinde, Şahnaz Çakıralp’in de beş altı ay önce ‘peri masalı’ diye tabir ettiği ve twitter’da her karesini paylaştığı düğününde kalmışım ben. Takip etmesi bile bu kadar zorken yaşaması kimbilir ne zordur bu büyük aşkları(!) diye düşünmeden edemiyor insan)
- Birinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız mandasına giren Hatay’ın Türk topraklarına katılması için Fransa ile yaptığımız anlaşmaların ardında ilginç ayrıntılar olduğu ortaya çıkmış. Başbakanlık Cumhuriyet arşivlerinde yer alan belgelerde Hatay’ın Türk topraklarına katılması için Fransa’ya 7 milyon Frank ödediğimiz görülüyormuş. (Bizim tarih anlayışımız hep ‘savaş kahramanlıkları’ üzerinden şekillendiği için, yıllar yılı tarihin bu yüzünü görmezden gelmiş, hasır altı etmişiz. Diplomasiyle, devlet adamlığıyla da tarih yazılabileceğini yeni yeni görmeye başlıyoruz. Resmi tarihimizin yeterince şanlı bulmadığı figür ve olayları kabullenebilmeyi, hiç değilse yok saymamayı öğrendiğimiz gün, emin olun çok daha zengin bir tarihimiz olduğunu göreceğiz)
(04.12.2011 tarihli Pazar Postası'ndan alınmıştır.)