Ezel Akay: Küfür de övgü de dokunulmaz olmalı
Geçtiğimiz haftalarda Moda Kayıkhane’de üniversite yıllarında kurdukları müzik grubu Mozaik’le sahne alan Ezel Akay, yazıldığı gibi “şarkıcılığa geri dönmedi.” 35 yıl sonra müzisyen arkadaşlarıyla bir araya gelip kendi deyimiyle ‘Fıstık gibi bir konser’ verdi. Meğer ufukta bir de sinema filmi varmış!
NİLÜFER TÜRKOĞLU
nilufer.turkoğlu@posta.com.tr
Bıyıklarının daha uzun olduğunu sanıyordum, “Yoluyorum” diye söze başladı. Daha çok güleriz diye düşündüm, düşündüğümüzden güldük. Karşımda yönetmen olduğunu çoktan unuttuğum bir modern çağ filozofu oturuyordu. Ezel Akay’la bir öğle vaktini ikiye böldük, özgürlüğün ve unutuşun peşinden gittik.
4 Kasım’da Cihangir Akademi’de hikaye anlatıcılığı üzerine dersler vermeye başlıyorsunuz. Yazar olmak isteyen, yazmaya hevesli insanlara iyi bir hikaye anlatıcısı olma yolunda nasıl bir öğütte bulunursunuz?
Levent Kazak’ın şakayla karışık ‘Hacivat’la Karagöz’ filmine yerleştirdiği küçük bir diyalog vardır. Hacivat, Karagöz’e sayı saymayı öğretiyordur. Karagöz de annesine “Yahu bu adam bana sayı saymayı öğretti, yazmayı da öğretecek, ‘Okumayı da öğretmeyecek misin?’ dedim, ‘Boşver okumayı, yazmayı öğren yeter’dedi” diye konuşur. Şimdi yazar olmak isteyenlerin hep yaptığı bir şey var; yazmak. Ben yazar olmak isteyenlere öncelikle okumayı ve okuduklarını taklit etmelerini tavsiye ederim. Zevk aldığın yazarı okuyorsun. Ben eminim eğer gerçek bir sanatçıysa yazar, kendi özgün eserlerinde okuduğunu taklit etmeyecektir. Bütün yazarlar, okuduklarının bir kombinasyonu, o çağın ve çağlarının bir toplamı. Yazar bir hikaye anlatıcısıdır da pekala. Ve hikaye anlatıcısının karşısında bir de anlattığı kişi, kişiler var. Seyirciyi düşünmek demek onun suyuna gitmek değil, onu anlayıp ona ilham vermek, onu dönüştürmek, onda bir heves yaratmak gibi kararlarla olmalı. Ama bunu böyle robot gibi yapamıyorsunuz, bu bir sanat. İlham verici olmak gerek sonuçta. Hikaye anlatıcılığı kavramı, seyircisiz, dinleyicisiz, okuyucusuz düşünülmemesi gerekir.
Yazan, oynayan, şarkı söyleyen yani o sanatı yapan, ‘anlatan’ kişi, kendini beğendirmek zorunda da hissediyor kendini. Bu, sanatçının kendisi için bir engel değil mi? Beğenilmek duygusuyla yazmak, oynamak, şarkı söylemek...
Biz sanatçılar beğenilmezsek ölürüz, depresyona gireriz ya da en olmadı dururuz. Hiç beğenilmediğini bilerek yazmak veya oynamak gibi bir şey söz konusu olabilir mi? Sonuçta biz haz veriyoruz, karşılığında da alkış isteriz. Bu yüzden estetik diye bir şey yaratıyoruz. Estetik bizim beğenilmemizi sağlıyor, karşı tarafa da ilham veriyor. Karşı tarafın haz alma hali, bizim beğenilmemizle sonuçlanıyor. Bütün sanatçılar, eserlerinin beğenileceği umuduyla yaşar. Bu itki çok önemli. Bunu söküp çıkartamazsınız. Bu, anlatıcı ve dinleyici arasındaki ilişkinin ayrılmaz bir parçası.
En son 2014’te film çektiniz: Küçük Kara Balık. Change.org’da neredeyse kampanya başlatacağız; Ezel Akay film çeksin diye. Özledik.
Change.org’da değil ama Fongogo’da başlatsanız daha iyi.
Ah sebep para mı?
Başka hiçbir nedeni yok. Çünkü benim yapmayı planladığım filmler, hem ticari hayata hem festival gösterimine uygun, iki arada bir derede filmler. Çektiğim tüm filmler, çok iyi gişeler yaptı. Gişeye uygun filmler yapıyorum. Ama bir kısmı, bugünün bütçeleri açısından büyük bütçeli ve riskli görüldüğü için bir kısmı, bugünün dünyasına uymadığı için yapılamıyor. Bir de ben hep kendi paramla film yaptım, şirketi çok uzun yıllar önce kapattım. Başkasının parasıyla film yapmak o kadar kolay değil. Para aramanın yollarını da çok iyi bilmiyorum. Bu arada yaklaşık 17-18 proje yazdım. Kolay kolay boş durabilen biri değilim. Çok sıkılıyorum çünkü boş durunca. Yaptığımız filmler, multikültürel filmler; sadece Türkiye pazarıyla yetinmeyelim istedim. Çünkü sinema salon sayısı artmıyor. Gişeler de nüfusla doğru orantılı artmıyor sonuçta. Filmlerimizin bütçelerine destek olabilecek yabancı ve Türk sponsorlar aradık, arıyoruz bu süreçte.
Türk dizilerini nasıl buluyorsunuz?
Onlar bir sinemacı için pek iyi şeyler değil, çok çok çok popülist şeyler. Aralarında tek tük özgün olup da kendisini kabul ettiren çok az dizi var. Ama onlar da hemen uzamak ve kötü çekilmek zorunda kalıyor. Dizi sektörünün üzerinde çok ticari baskı var.
Siz kariyerinize ilk tiyatroyla başlamıştınız. Galiba şimdi bir tiyatro projeniz var: Huniler! Ondan da bahsedelim mi?
Evet, Amerika’da bir buçuk sene kadar tiyatro okumuştum; yüksek lisans yaptım ama bitirmedim. Ara ara böyle fırsatlar çıktı, işte en son “Yiğit Özgür’ün karikatürlerinden yola çıkarak bir oyun yapar mıyız?” şeklinde bir teklif geldi, Aysa Prodüksiyon’dan. Ben de Yiğit’i ve karikatürlerini çok severim. Emre Özbay, o karikatürlerden oluşan bir oyun yazdı. Biz de 12 kişilik bir oyuncu kadrosu topladık, provalara başladık. Adı da ‘Hunililer’ olacak şekilde, Kasım sonunda çıkacak gibi planlıyoruz. Ama uzayabilir tabii... Biraz garip bir oyun. Kolay bir oyunculuk tarzı değil. Neredeyse sürreal bir komedi demek lazım.
Sinemaya geri dönecek olursak Türkiye’de ve/ya dünyada benim filmimde oynasın dediğiniz bir oyuncu var mı?
Çok fazla oyuncu var ama çok beklenmedik bir rolde Jim Carrey’la çalışmayı isterim. Ya da Benedict Cumberbatch’le mesela.
Agora Meyhanesi’nin de işletmeciliğini yapıyorsunuz bir yandan.
Ben aslında kurucu danışmanıyım, hem Nişantaşı’ndakinin hem de burada Balat’takinin. Özellikle benim burada yaptığım şey mönüyü, mekanı tasarlamak, buradaki insan ilişkilerinin, yeme içme ilişkisinin nasıl olacağına, nasıl sunulacağına ve hikayelerine karar vermek. Ben yemek yapmayı çok seviyorum. Özellikle Türkiye’yi ve dünyayı gezip yenilebilecek ne varsa onları araştırıyorum. Hatta ‘Çatal Sofrası’ diye bir yemek programı hazırladım. Beş altı bölüm çektik, henüz yayınlanmadı. Yemek hikayeleri üzerine...
‘AŞÇI VE PRENSES’ İSMİNDE BİR YEMEK FİLMİ TASARLADIK
Peki “Şunu çok iyi yaparım” dediğiniz bir yemek var mı?
Et yemekleri, baharatlı, sarımsaklı, yoğurtlu, zeytinyağlı yiyecekler... Şimdi çok iyi balık yemekleri yapmayı öğreniyorum. Çin’e gittiğimde öğrendiğim çok ilginç pişirme yöntemleri ve malzemeler oldu. Bir de bir film projesi var. Onun için de epey ilgilendim.
Aaa ufukta bir film var o zaman! Yemek konuşurken ağzınızdan bakla çıktı!
Türkiye ve Çin devletinin içine dahil olması gereken ‘Aşçı ve Prenses’ isminde bir yemek filmi tasarladık. İpek Yolu üzerinde geçen, Çin’in İpek Yolu Teşvik Programı’nda yer alabilecek çok büyük bir proje. Bir Türkmen aşçıyla Şaman bir prensesin hikayesi. İkisi de aşçı. Biri vejetaryen, biri etçi; iki aşçının, Selçuklu döneminde Çin’den Anadolu’ya yolculuğunu anlatan macera, fantezi ve yemek üzerine bir film. Üç senedir hazırladığımız bu film, umarım 2019’un yazında hazır olmuş olacak.
Geçenlerde Cemil İpekçi, Posta’ya verdiği röportajda “Türkiye’de çok yüksek makamlarda zengin, evli ve çocuklu olup aynı zamanda eşcinsel olan insanlar var” deyip isimlerini verirse Türkiye’nin karışacağının söylemişti. Siz de Twitter’dan ona da imada bulunup “Şu elimdekileri yayınlasam yer yerinden oynar” lafını neden söyler insan. Yayınlaaaaaa! Salak mıyız kardeşim, anlarız biz. BİLGİ GÜÇTÜR, İŞE YARAR! (Cemilcim sen de duy) demiştiniz.
Cemil bunu tam olarak ne anlamda söyledi ona dikkat etmedim ancak herkes böyle söylüyor ya, ben de gıcık oluyorum. Madem Türkiye’de yer yerinden oynar ve sen oynasın istiyorsun, eğer istemiyorsan zaten bu lafı etmezsin. O zaman söyle. Bunu söyleyen çok kişi var: “Ben neler neler biliyorum. Türkiye sarsılır.” E sarsılsın, söyle. Biz sarsılsın istiyoruz. Bu lafa takıntılıyım, Cemil’e değil ama bu lafa. Ama şu ayıp bir şey: “Ben birisinin çok gizli cinsel eğilimlerini biliyorum. Açıklarım.” Gizliyse aranızda bir şeydir. Neden bunu söylüyorsun?
Madem eşcinsellikten bahsediyoruz o zaman Türkiye’nin özgürlükler ülkesi olabilmesi bir ütopya mıdır sizce?
Özgürlüğü çok ince bir kavram olarak anlamak lazım. Şu anda kendimizi özgür hissetmiyorsak özgür değiliz. Özgür hissediyorsak özgürüz. Yoksa mutlak özgürlük diye bir şey biraz zor. Zaten böyle bir kavramın da yararı yok. Hangi konuda özgür olmalıyız? Konuşmakta özgür olmalıyız, bu kesin. Konuşmadan daha güçlü bir şey yok, daha tehlikeli de bir şey yok. Buna rağmen özgür olmalıyız konuşmakta, söylemekte, ifade etmekte, birbirimizi ağır eleştirmekte, o eleştiriye cevap vermekte özgür olmalıyız. Bu bizi doğruyu seçmeye götürür. Çünkü esas özgürlük, kendi adımıza doğruyu olanı seçebilmekte yatıyor. Ondan sonrası belki bir özgürlükle sonuçlanmayacak. Ama bileceğiz, bunu ben seçtim, benim başıma geldi, o halde ben vazgeçeyim, ben değiştireyim diyebileceğiz. Başkası hediye ettiğinde bize bunu, bir değeri kalmıyor. Esas olarak ben en önemlisini gerçekte insanların fikri dünyasının bütünüyle özgürleşmesi, küfrün de, övgünün de, eleştirinin, felsefi tartışmanın da, bütün bunların dokunulmaz olması gerektiğini düşünüyorum. Bunlara kısıtlama getirmekte fayda yok çünkü bugün bir toplum için büyük bir tehdit anlamına gelecek bir fikir bile ifade edildiğinde, o toplum yıkılmıyor, o fikre karşı zihni bir cephe kuruluyor. O tehlikeli fikir aslında toplum tarafından mas edilebiliyor. Eğer edilmiyorsa o toplum intihar etmek istiyor. O zaman da o toplumun intihar etmesi gerekir, bu kadar çok istiyorlarsa...
‘İKTİDAR’ HER ALANDA EN BÜYÜK BAŞ BELAMIZDIR
O zaman fikirden korkmanın hiçbir yararı yok.
Kesinlikle! Fikirden yalnızca iktidar dediğimiz şey korkuyor. Hatta iki kişi arasında, iki sevgili arasında bile... Bir erkek bir kadının ya da bir kadın bir erkeğin sözünden korkabilir, bunun bir nedeni de aslında onun üzerindeki iktidarını kaybedeceği düşüncesidir. Eğer “O konuşursa, beni eleştirirse, ben de o eleştirinin altında kalırsam benim iktidarım işe yaramayacak ve bu kadın ya da bu erkek, bana itaat etmeyecek” zihniyeti. Bundan korktuğu için ancak bir insan bir insanın konuşmasını engelleyebilir. Ancak bu. Ve iktidar prensip olarak her alanda bizim en büyük baş belamızdır. İnsan kültürünün yarattığı en büyük bela, aynı zamanda faydalandığı bir şey çünkü, iktidar dediğimiz şey.
Peki sizce Türkiye’de yaşamaya devam mı etmeli yoksa bu ülkeden gitmeli mi?
İnsan ömrü kısa, “Ben bu ömrü burada heba etmeyeyim, burada istediğimi yapamıyorum” diyorsan tabii ki gitmen lazım. Ama “Ben burada yaşıyorum, en iyi bu dili konuşuyorum, evim, işim, dostlarım burada, bütün ailem burada, onların başına gelenleri ben engelleyebilirim” diyorsan burada kalacaksın. Yani ben buradan gitmekle burada kalmak arasında ahlaki bir problem görmüyorum. Ama bir insan vardır gitmesi büyük ahlaksızlıktır, bir insan vardır kalması büyük aptallıktır. Çok zor bir karar ama ben gitmeliden yana değilim.
TÜRKİYE BİR TÜR ‘TRAVESTİ’* ÜLKE
Hollywood’daki bu taciz skandalları hakkında düşüncelerinizi merak ediyorum. Hatta çok yakın zamanda Nobel’e de sıçrası bu taciz vakası ve edebiyat ödülü verilmedi, biliyorsunuz. Kadınların ‘Me too’ hareketi önce Amerika’da sonra giderek dünyada yaygınlaştı. Türkiye’de de üstü örtülmüş pek çok benzer vaka var mutlaka...
Cinsel taciz genel olarak aklımıza ilk olarak erkeklerin kadınlara yaptığı cinsel tacizi getiriyor. Tabii daha önemli olanı o, onu da söylemek lazım. Cinsel tacize uğrayan çok büyük bir erkek kitlesi de var. Bu toprakların bir geleneği. Çocuklardan olgun yaşa gelmiş erkeklere kadar... Senin istemediğin bir şey yapılıyor. Onur kırıcı bir şey bu. Kadınlar üzerindeki çok daha ağır, çok daha gizli. Bu konuda Türkiye’ye bir tür ‘travesti’* ülke demek gerekiyor. ‘İki kişilikli, iki tür giysisi olan.’ Esas milli problemimiz budur. Her ülkenin milli psikolojik bir problemi vardır. Burada ikiyüzlülük çok ağır bir problem. “Kadının kadına ettiği kötülük, erkekler tarafından yapılmamıştır” deriz ya bazen, bunun da en büyük nedeni o. Öyle bir baskı var ki yer altından, ne yapacaksan yapmak zorunda kalıyorsun. Çift kişiliklilik durumu, Türkiye’de cinsel taciz dediğimiz şeyin açığa çıkmasını çok engelliyor. Ama şunu da söylemeliyim, Amerika’daki ‘siyasi doğruculuk’ meselesinde de bir şov ve sahtekarlık görüyorum. İster istemez abartılması gerekiyor, göze sokulması gerekiyor ki gündeme gelsin. Ortada her iki cinsin de pisliğinin yer aldığını unutmamak lazım. Taciz görmüş, susmayabilecekken susmuş. Neden? Kariyeri için. Son derece kendi çıkarı için o tacize teşne olmuş insanlar da var. Bir de tacizle suçlanabilecek çok masum erkekler de var. Bu toplumsal hezeyan gerçek haberin ne olduğunun karışmasına da neden oluyor. Bugün sosyal medya haberciliğinin yarattığı şeylerden biri de bu. Bence burada iyice anlamak lazım, tacizin ne olduğunu, kırıştırmanın ne olduğunu, kimin cezbedici olduğunu, kimin duygusal şiddet gösterdiğini. Analiz edilmesi gereken çok şey var. Ama bunun kesinlikle Türkiye için Amerika’dan katbekat daha önemli ve karanlık bir konu olduğunu bilmemiz lazım.
*travesti: Tiyatroda kılık değiştiren aktör. (Meydan-Larousse, 1969)
TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK UNUTMA PROBLEMİ ‘UNUTTURULMA’
Bu topraklarda yaşanan acıların çok çabuk unutulduğunu söylemek de bizim kendi öz eleştirimiz. Unutmak doğru mu yoksa unutursak kalbimiz mi kurulmalı?
Gündelik cevaplardan bir şey çıkmıyor. Biraz felsefik bir cevap vermeyi tercih ederim. Derin bir mızıldanma halimiz var; Unutuyoruz! Zarar görmüş, ölmüş, çok değerli bir kişi öldürülmüş. Onu yapanların cezalandırılmasını istiyoruz ama unutuyoruz, unutturuluyoruz, unutmak zorunda kalıyoruz. Hayat devam ediyor. Acıyla yaşayamayız, unutmak zorundayız. Türkiye’nin en büyük unutma problemi aslında unutma değil, unutturulma problemidir. Hukukun vicdansızca ve adaletsizce işlemesine neden olan bir gelenekten söz ediyoruz. Hukuk, unutturuyor. Esas meselemiz bu. Ama unutmak şart. Çünkü sırtımızdaki bu yükle adım atamayız. Sadece hatırladıklarımızla yaşamaya kalksak yerimizden hiç kıpırdayamayız. Geçmiş kötü. Çocukluk güzel sadece. Ama geçmişte çok kötü şeyler yaşandı, bugünkünden daha kötü. Biz geçmişe dönüp iyi şeyleri hatırlamaktan çok, kötü şeyleri hatırlıyoruz. İyi şeyler hep çocukken hatırlanır. Onlara kimse yüz vermez. Çocukken ne güzeldi, çayırlarda hopluyorduk. Annen ne yapıyordu? İçeride köfte yapmak zorundaydı. Baban da “Bu köfteler nerede kaldı?” diye söyleniyordu. Onların hayatı iyi falan değildi, senin hayatın iyiydi. Nostalji biraz da çocukluk hastalığı. Çocukluğumuzun adı neredeyse. Bu ülke maalesef geçmişine takılıp kalmış bir ülke. Gelecek için hiçbir planı yok, umudu yok, hayali yok. Tamamen unuttuğunuzu düşünün her şeyi. Herkes hemen mecburen yarın ne olacağını düşünmeye başlayacak. Geleceği düşünmeye başlamamız lazım. Bu bazı şeyleri unutmamız pahasına olacak, olmalı. Bunu göze alıp bir yolunu bulup hayal kurmamız, bak özgürlük orada işe yarıyor. Özgürce hayal kurabilecek insanlar olsun ki geleceği düşünmeye başlayalım. Türkiye’de gerçek bir sosyalistin gelecek projeleri olmalı. Bedava enerjiden, eğitimin nasıl konumlanması gerektiğinden, küçük insan birimlerinin kendini nasıl yönetmesi gerektiğinden... Çünkü devasa büyüklükte toplulukların yönetilmesine imkan kalmadı. Yönetilmek diye bir şey söz konusu değil. Geleceğin dünyasında yedi sekiz milyarın yönetilmesi diye bir şey mümkün olamaz. “Nasıl bir arada yaşayacağız ve nasıl bir verim ekonomisi yaratabileceğiz? Tüketimse tüketim ama üretimle bunu nasıl destekleyeceğiz gibi...” Bütün bunların üzerine projeler üretilmesi lazım.
Son olarak bana sizin sözlüğünüzde şu kelimelerin ne anlama geldiğini söyler misiniz?
Aşk... Sevgiden daha fazla abartılmaması gereken.
Kavga... Kaçılmaması gereken.
Cezaevleri... Alternatifi üzerine hayal kurulması gereken.
Geçmiş... Almancası albtraum; büyük baş ağrısı (benim için)
Masal... Hayali hikayeler.
Özgürlük... Peşinden koşulmaması gereken... Esaretten kurtulmaya çalışmak lazım.
Ezel Akay... İyi halden dışarıda.
- Demeti 45 TL, faydasını duyan torba torba alıyor! Kemikleri beton gibi yapıyor, bağırsakları harıl harıl çalıştırıp kabızlığı bitiriyor! Doğal şeker ilacı
- Japonlar bardak bardak içiyor! Metabolizma hızını yüzde 100'e çıkarıyor, potasyum, demir, kalsiyum ne ararsan onda! Doğanın antioksidan kralı
- Suyunu sıkıp bardak bardak içenin kolesterol seviyeleri anında yere çakılıyor, doğanın C vitamini kralı olarak biliniyor
- Kaşık kaşık yiyoruz ama kan şekerini 300'e fırlatıyor! Damarları tıkayıp mideyi şişiriyor, kabızlığın en büyük sebebi!
- Çay suyuna 1 parça ekleyin! Çayın lezzetini 10 kat artırıyor: Saatlerce taze kalmasını sağlıyor