Bu haftaki yazımda geçtiğimiz çarşamba ziyaret ettiğim keyifli bir sergiye yer vermek istedim. Anna Laudel Gallery´de 9 Haziran itibari ile sanat izleyicisinin beğenisine sunulan Mehmet Sinan Kuran´ ın “Posthumous” isimli sergisini sosyal medyadaki keyifli paylaşımlardan zaten “yapılacaklar listesi”ne almıştım. Ancak randevulu da olsa insan içine karışmak ve sergi ziyaretinde bulunmak ile ilgili endişelerim vardı.
Mehmet’in daveti üzerine randevumu aldım. Gittiğimde karşılaştığım hijyen önlemleri, galerinin “beyaz küp” durumu ile bir araya geldiğinde tam teşekküllü bir hastaneyi akıllara getirecek kadar iyiydi.
Lafı uzatmadan sergiden bahsedeyim...
Yaklaşık 1,5 saat Mehmet’in keyifli anlatımı eşliğinde sergiyi gezdim ve çıktıktan sonra duygu ve düşüncelerim gerçekten ne kadar neşeli ve keyifli, özellikle geçtiğimiz depresif 3 aydan sonra ilaç niteliği taşıyan etkisiydi. Mehmet Sinan Kuran 1964 doğumlu ve sanat kariyerine alaylı olarak 45 yaşından sonra başlayan, “İçimde ukde kaldı” cümlesine inat tutkusunu profesyonelliğe dönüştürmek üzere günlüklerine çizimler yaparak sanat yolculuğuna başlayan gerçekten şahsına münhasır bir kişi. Profesyonel sanat hayatı öncesi geçim kaynağını kendisine sorduğumda aldığım cevap yine şahsına münhasır oluşunun bir kanıtı niteliğindeydi ve gülümsetti. Yeteneği ve egosuz, eğlenceli karakteri bir araya gelmiş sanat anlayışına ışık tutarak kendi tabiriyle 'conceptual f’artist' olarak ortaya insanı düşündüren, provoke eden, şaşırtan ama bir o kadar da eğlenceli işler yapmaya odağını vermiş. Kendisiyle ilgili çok daha samimi ve eğlenceli bilgiler için ekşi sözlük’e biraz göz atmanız yeterli.
“Minyatürcü” olarak anılmaktan hoşlanmasa da “karmaşık ama canlandırıcı” olarak tanımladığı eserlerini ilk olarak oldukça minik figürleri çağdaş formlar ile bir araya getiriyor ve bütünsel olarak gerçekten dediği gibi “canlandırıcı” işler boy gösteriyor.
Posthumous sergisi ise birlik ve beraberlik kavramı etrafında şekillenen bir kavramsal yapıya sahip. “Öldükten sonra gerçekleşen” anlamına gelen “posthumous” hala hayattayken birlikte olmayı, eskisinden daha duyarlı olmayı ve yeni şeyler öğrenmemiz gerektiğini hatırlatma misyonu taşıyor. Son dönemde yaşadıklarımızı düşününce oldukça manidar değil mi?
Galerinin 3 katında yer alan Posthumous üç evreden oluşuyor. Mehmet’in, "Şimdi sizi İkinci Evre`ye götürüyorum" tarzı yönlendirmeleri olmasa, yolculuk halindeyken tamamen dış dünya ile bağlantınız kesildiği için hangi katta olduğunuzu unutabiliyorsunuz. Daha önce Anna Laudel’i defalarca ziyaret etmiş olmama rağmen eserlerin bulunduğu alanın kurgulanma şekli mekanın algısını da fazlası ile değiştirmiş. Birinci olan “Deve” evresinde insanın sırtında olan korku, yalnızlık, ölüm, bilgi ve deneyim gibi varoluşsal yükler görünür kılınırken, ikinci “Aslan” evresinde mevcut değerleri ve engelleri yıkmadan özgürlüğün sağlanmasının mümkün olmadığı konu alınıyor. Üçüncü ve son evre olan “Çocuk”ta henüz bir tecrübesi olmayan, zaferle ve sistemlerle ilgilenmeyen masum çocukların oyun alanını temsil eden işler yer alıyor.
Sergi 29 Ağustos’a kadar ziyarete açık olacak. Sanırım Mehmet her gün orada bizzat ziyaretçilerine merhaba diyor ve sergiyi gezdiriyor. Randevunuzu alın, maskenizi unutmayın ve kaçırmayın derim!