1962’de uyku ilacı içerek intihar eden efsane yıldız Marilyn Monroe’nun günlükleri ‘Fragments’ adlı bir kitapta yayımlandı. Yazdıkları, hassas ve entelektüel kişiliği kadar ruhsal bunalımlarını da gözler önüne serdi... Şimdi psikolog ve psikiyatristler bir sorunun cevabını arıyor: Aslında kronik depresyon hastası olduğu anlaşılan Marilyn Monroe’ya tam ters etki yapacak olan psikanaliz, dönemin modasına uygun olarak, ‘oyunculuğunu geliştirecek’ denilerek uygulandı. Ünlü yıldız basit bir tedaviyle ruh sağlığına kavuşabilecekken yanlış tedavi kurbanı mı oldu?
“Yalnızım! Ne olursa olsun yapayalnızım!”... Bu sözler efsane yıldız Marilyn Monroe’ya ait. Dışarıdan herkesin gıptayla bakacağı bir hayat tablosu... Oysa içi hüzün ve umutsuzlukla boyanmış... Geçtiğimiz günlerde, Marilyn Monroe’nun ölümünden önceki 7 yıl boyunca New York’ta oyunculuk dersleri aldığı Lee Strasberg’e bıraktığı günlükleri kitap haline getirildi. Okuyanın gözlerini yaşartan bu günlükler şimdilerde Amerika’da herkesin dilinde... Günlüklerdeki notlardan, yazılardan, şiirlerden, Monroe’nun hakkında çizilen imajın aksine, entellektüel ve edebiyatla derinden ilgili bir kişilik olduğunu, seks sembolü imajıyla bir türlü barışamadığını anlıyoruz. Bu aşırı derecede hassas ve güzel kadın, aslında son derece derin, içe dönük ve melankolik... Günlükler 1943’te başlıyor ve 1962’de sona eriyor. Notların çoğu 1951 ila 1962 arasında tutulmuş. Yazdıkları, ünlü yıldızın kendisini sevilmeye layık görmediğini, ve en büyük korkusunun sevdiği insanları hayalkırıklığına uğratmak olduğunu gösteriyor...
“Birden çok işi bir arada yapamıyorum işte... Sanıyorum fazla zeki bir insan değilim. Yok aslında aptal desem daha doğru olur. Yeni rol öğrenmekten öyle korkuyorum ki! Ya öğrenemezsem, ya hata yapar ve herkesi kendime güldürürsem? Herkes aslında rol yeteneğim olmadığını düşünürse...” diyor notlarından birinde... Bunca yeteneğe, zekaya ve güzelliğe rağmen içinde bulunduğu ruh halinin sebebi pek çok sorunlu kişilikte olduğu gibi çocukluğunda yatıyor onun da... Şizofren bir anneyle kimliği belirsiz bir babanın çocuğu olarak doğan Monroe kimsesiz çocuklara devletten para alma karşılığında bakan bazı ailelerin yanında büyümüş. Hayatı boyunca hep anne baba özlemi çekerek...
Terk edilmekten korkuyordu
Modern psikolojide araştırmaların gösterdiği gibi, babaları ölen çocukların aksine babaları tarafından terk edilen kız çocuklarının karşı cinse, hayata ve kendilerine olan bakış açıları ciddi hasar alıyor. Hayata kayıpla başlıyorlar. Bu çocuklarda depresyon, kendine güven ve saygı eksikliği, sevilmeye layık olmama inancı, terk edilme fobisi ve sosyal adaptasyon zorluğu görülebiliyor. Günlükler işte Marilyn Monroe’yu böyle anlatıyor bize: Hayata kaybederek başlamış ve hep de kaybetmekten korkmuş biri... Sevdiklerini hayalkırıklığına uğratır, yeterince memnun edemezse kendisini sevmeyip, terk edeceklerinden korkan biri...
“Hayattaki tek aşkım” dediği ünlü yazar Arthur Miller’la evliyken yazdığı, Türkçe’ye çevirdiğim şiir, Monroe’nun kendisinden beklenmedik derecede yüksek edebi yeteneğini ve kişiliğini ortaya çıkarırken, çok sevdiği kocası tarafından terk edileceği günü korkuyla beklediğini de gözler önüne seriyor:
aşkım yanıbaşımda uyuyor solgun ışıkta erkeksi çenesinin, daha yumuşak bir yumuşaklıkla çocukluk ağzını geri getirdiğini görüyorum hareketsizlik içinde bütün hassasiyetiyle titriyor küçük oğlan mağarasından şaşkın gözlerle bakıyor anlayamadığı zaman unutuveriyor... öldüğünde de böyle mi görünecek acaba dayanılması imkansız, kaçınılmaz gerçek yakın yoksa onun yerine aşkının ölmesini mi tercih etmeliyim?
Ne kadar zeki olursa olsun Arthur Miller da anlayamamıştı işte Monroe’yu. Ve kısa süre içinde aynen Marilyn’in dediği gibi onu anlamak yerine unutmayı seçecekti. Bu şiiri yazdıktan bir süre sonra tesadüfen Marilyn, kocasının tuttuğu günlükte kendisi için “Marilyn benim için bir hayalkırıklığı ve hatta bazen arkadaşlarımın önünde utanç kaynağı” dediğini görür ve dünyası yıkılır. Bir kere daha çok sevdiği biri tarafından ihanete uğruyor olmanın yükü altında ezilerek...
Belki de kaderi farklı olacaktı
Bütün zorluklara rağmen Marilyn iyi bir oyuncu olup başarıya ulaşmak için her türlü savaşı vermeye hazırdır. Ünlü yönetmen Elia Kazan’ın tavsiyesi üzerine dönemin en iyi oyunculuk hocası Lee Strasberg’den ders almayı kabul eder. Fakat Strasberg’den ders alabilmek için Monroe düzenli olarak psikanaliz yaptırmayı da kabul etmek zorundadır! Marlon Brando James Dean, Paul Newman, Joanne Woodward ve daha başkaları Strasberg’in stüdyosundan geçtikleri gibi, hepsi de bu psikanaliz seanslarına evet demişlerdir. Lee Strasberg kısa süre içinde Marilyn için sahip olamayıp hep özlemini duydugu ‘baba’ yerini alır. Strasberg ne derse yapar. Nefret ettiği psikanaliz seanslarını bile...
Neden psikanaliz?
Ünlü Avusturyalı doktor Sigmund Freud tarafından insan psikoloji ve davranışını incelemek üzere geliştirilen bir metod psikanaliz. Psikolojik rahatsızlıkları tedavi etmek amacıyla kullanılan bu metodda insanın düşünce ve davranışları incelenip anlamlandırılıyor. Kısaca yöntem o kişiyi açıklamada kullanılıyor. “Freud’un Hollywood’da işi ne?” diyorsanız, o da şöyle oluyor: 1900’lerin başında film endüstrisi ve psikanaliz aynı zamanda ortaya çıkıp gelişmeye başlıyor. Hollywood’da 5 dolara psikanaliz reklamları, psikiyatristlerin film endüstrisinde danışman olarak kullanılmaları yavaş yavaş moda haline geliyor. Sözüm ona aktörlerin sanata daha kaliteli hizmet verebilmeleri için, kendi ruh dünyalarını çok iyi anlamaları ve bilinçaltlarını yüzeye çıkarmalarına şart gözüyle bakılıyor. Ve o yıllarda bu modayı uygulayanların sayısı her geçen gün artıyor...
Bilinç ve biliçaltının masaya yatırıldığı psikanaliz seansları, Marilyn Monroe’nun çocukluktan bu yana kurtulmaya çalıştığı travmaları, hayalkırıklıklarını sürekli canlı tutarak ona eziyet etmekten başka bir işe yaramaz oysa. Gerçeği kendini analiz eden psikiyatristlerden daha zekice görebilen Monroe günlüklerinde, “Benim gibi bir insan için psikanaliz yanlış bir yöntem. Zaten aklımdan hiç çıkmayan kabusları tekrar tekrar analiz etmenin ne manası var? İnsanın kendini o kadar iyi tanımasına ne gerek var? Geçmişi hatalarıyla, düşüş ve kalkışlarıyla geçmişte bırakabilmek için, herkesin bir parça kendini beğenmiş olabilmesi şart” diyor.
Bu psikanaliz seanslarında kendi tabiriyle yakasından hiç düşmeyen şeytanlarla boğuşur. Küçükken başına gelen cinsel taciz, teyzesinden gördüğü fiziksel eziyetler bunlardan sadece birkaçıdır. Yaşadığı travmalar o kadar güçlüdür ki; bu efsanevi seks sembolü düşünülenin tam aksine karşı cinsi cinsel olarak itici bulmaktadır! Marilyn hayatta sadece birkaç erkeğe cinsel tiksinti duymadığını söylerken Arthur Miller’ı hayatının aşkı olarak hepsinden ayrı bir yere koyuyordu. Tabii bunu söylerken Miller’ı, kendi sonunun mimarı olarak görmediği kesin! 1960’da başka bir kadın için Arthur Miller tarafından terk edilen Marilyn Monroe kahrolur. Hayatta tek sevebildiğim erkek dediği kişi de kalbinin kapılarını kapamıştır kendisine, aynen yazdığı şiirde tahmin ettiği gibi...
O zamana kadar ruhu sadece rüzgarda savrulan bu güzel kadın, hayatının erkeği tarafından terk edilince etkisinden hiç kurtulamayacağı bir kasırgaya tutulmuştur. Frank Sinatra, Judy Garland gibi ünlülerin psikanalistliğini yapmış olan Dr. Ralph Greenson’a gider. Monroe bu sefer Greenson’u baba yerine koymaya başlar. Seansları günde 5 saate çıkaran yeni doktoru, Monroe’yu çoğunlukla evine davet eder. Marilyn’i tanıyıp da aşık olmayan ya da en azından ciddi şekilde etkilenmeyen tek erkek yoktur çevresinde. Greenson’un da onlardan farkı yoktur. Kısa süre sonra uyku düzeni iyice bozulan yıldız tavsiye üzerine hastaneye yatmayı uygun görür, ama sadece dinlenme amaçlı olarak!
Taciz edilmek kaderi gibiydi
Hayatının en korkunç üç gününü geçirdiği bir akıl hastanesine kapatılmıştır oysa. Ve Monroe burada bir kez daha cinsel tacize uğrar. Kendine bakmakla görevli psikiyatristin ünlü yıldızdan ilk istediği şey kapsamlı bir fiziksel check up olur. Bunun en önemli parçası da nedense meme muaynesidir! Monroe “Benim meme muaynesine ihtiyacım yok! İstemiyorum!” diye kendisini yırtsa da doktoru kararlıdır: Kanser tarama amaçlı meme muaynesi şart! Monroe bir ay önce böyle bir taramadan geçtiğini söylediği halde son derece kapsamlı ve uzun süren bir muayene yapılır doktoru tarafından... Ve Marilyn Monroe’yu ölüme sürükleyen sürecin startı bütün bu yaşadıklarıyla verilmiş olur. Hastaneden çıkmayı başarır ama artık ruhsal bir denge asla tutturamayacaktır...
Günümüzde modern psikoloji / psikiyatri çok farklı tedavi yöntemleri sunuyor hastalara ve maalesef bunlar arasında psikanalizin yeri sadece giderek küçülüyor. Ve şimdi Amerikalı pisikolog/ psikiyatristlerin kafasını şu soru meşgul ediyor: Aslında kronik depresyondan mustarip olan Marilyn Monroe şu berbat psikanaliz seanslarına maruz kalmayıp doğru dürüst bir depresyon tedavisi görseydi her şey çok farklı olmaz mıydı?
(Bu yazı, 31.10.2010 tarihli Pazar Postası'ndan alınmıştır.)
2