İsviçre Alplerinde çıplak ayaklarıyla “özgürce” koşuşturan, yardımsever ve bir o kadar neşeli kız çocuğu Heidi’yi hatırlar mısınız?
Hani, henüz bir yaşında hem annesini hem de babasını kaybeden, marangoz büyükbabasıyla birlikte insanlardan uzak, doğa ile iç içe bir yaşam süren ve yüzünden tek bir an eksilmeyen umut dolu “o” tebessümüyle kırlarda keçileriyle keyifli vakitler geçiren şu kırmızı yanaklı küçük kız, anımsadınız mı?
Çocukken annem, defalarca kez bana onu anlatmıştır; pek çoğumuz gibi çizgi filmini pür dikkat izlemişimdir fakat pek tabii “çocuk” aklımla belki de asıl resmi hiç görememişimdir. Zaten, kim bilebilir ki Heidi’nin bu tatlı hikayesinde hayvan, insan ve doğa sevgisini aşılamak dışında bir gaye olduğunu? Küçücük bir çocuğun aklına kötülüğün varlığı nasıl düşebilir ya da bir çocuk acımasızlığa nasıl maruz kalabilir?
Geçtiğimiz günlerde, tesadüfen karşıma çıkan yabancı kaynaklı bir haberde Heidi’nin o güzel gülen yüzünde esasında bizlere hiç aktarılmamış bambaşka farkındalıkların yattığını öğrendim ve açıkçası şu yaşımda bile “Bu, nasıl olabilir?” dedim.
İsviçreli yazar Johanna Spyri 1880 yılında hikayeyi kaleme alırken, özünde insanlığa toplumun hiç de küçük olmayan bir kesiminin sonsuzluğa değin bastırılmış çığlıklarını duyurmak istemişti. Çünkü doğup büyüdüğü İsviçre, günümüzde her ne kadar Birleşmiş Milletler’in ve insan haklarının ana merkezlerinden birini coğrafyasında barındırıyor olsa da, ülkenin geçmişinde aslında oldukça karanlık bir tarih yatıyordu.
1789 senesinde İsviçre’de çocukların fabrikalarda çalışma yaşı 14’e düşürülmüş; ülke bu sınırla birlikte 1960’lara kadar dünyanın hiçbir yerinde eşi ve benzeri bulunmayan bir çocuk sömürüsünün merkezi haline gelmişti. Dahası, bu sırada çocuk işçiliğinin yaşı günden güne 4’e kadar inmişti!
Devlete borcu olan çiftçilerin, maddi yetersizlik yaşayan ya da boşanmış ailelerin çocukları, öksüz ve yetimler, ailesi cezaevinde olan veyahut kendisi bir şekilde suç işlemiş küçük yaştaki tüm çocuklar, burada uzun yıllar boyunca pek çok anlamsız gerekçeyle, devlet ve kilise aracılığıyla çalıştırılmak üzere başka ailelerin yanına gönderiliyor, uygulama düzenine göre ailelerinden alıkoyulan bu çocuklar ya çiftliklere kiralık olarak veriliyor ya da çocuk pazarında satışa çıkarılıyorlardı.
Dönemin toplumuna göre “çocukları kurtarmak” için kurulan bu sistem ile başka bir aileye satılan çocuk, bundan böyle işkence de görse kimseler ona sahip çıkmazdı. Çocuk kaç yaşında olursa olsun “çocukluğunu” yaşayamaz, hep ev ve çiftlik işlerinde çalıştırılırdı. Ahırlarda hayvanlarla birlikte yaşar; çoğu zaman karnı aç olur, çuvaldan farklı bir giysisi bulunmaz ve diğerlerinden ayırt edilebilmesi için asla ayakkabı giyemezdi.
Derken, nihayetinde 1981 yılı kadar yakın bir geçmişte çocukları sözde suçlu ailelerinden alıp onlara daha iyi yaşamlar sürdürebilmek adına oluşturulan bu kölelik sistemine son verildi. Yine de o zamana dek “çocuk”, yalın ayaklarıyla hayatın karanlık yüzüne acı bir vaziyette tanık oldu.
Toplum, durumun korkunç gerçekliğinin farkına varana kadar olup biteni hep sıradanlaştırdı. Öyle ki, sistem yasaklandıktan sonra bile İsviçre, çok yakın bir tarihe kadar bu konuyu konuşmaktan çekindi ve yaşananların her defasında üstünü örttü.
Heidi’nin ise ayakları hep çıplaktı... Zira çıplak ayaklar, erkek ya da kız bütün “köle” çocukları diğer çocuklardan ayıran keskin uçurumun simgesiydi.
Yazımın başında da adını geçirdiğim Spyri, bu sosyal sırra bir masal, bir çizgi karakterle dokunmak istemişti; Alp Dağları’nda yaşayan bu küçük kız üzerinden, köleliğe maruz kalmış çocukların duygularına, iç dünyalarına tercüman olmak, “erişkinlerin” çocuklar üzerinde kurduğu toplumsal hükme son vermek için bir bilinç yaratmaya çalışmıştı.
Ne yazık ki Johanna Spyri’nin yaşamı boyunca insanlığa aktarmaya çabaladıkları, dönemindeki vicdanlılıktan ve gerçekten uzak zihinleri bir hayli zorluyordu ve esasında onlar için koca bir hiçlikten ibaretti; yazar anlattı fakat onlar bir kez olsun görmediler, duymadılar, bilmediler.
“Verdingkinder”, yani “çıplak ayaklı çocuklar” olarak anılan işçi çocukların adalet arayışı Spyri’nin 1901’de vefatından sonra bile yıllarca sürerken, 11 Nisan 2013’te İsviçre hükümeti özgürlükleri çalınan bu çocukların hayatta kalanlarından nihai olarak resmi özrünü diledi. Kilise ise, hala bir pişmanlık dile getirebilmiş değil.
Yazımı Oscar Wilde’ın “Bencillik, insanın istediği gibi yaşaması değil, başkalarına da kendisi gibi yaşamayı önermesidir.” sözüyle yavaştan noktalıyor ve vakit çok da geç olmadan tıpkı bizler gibi türlü haklara sahip insan ve yeryüzündeki diğer tüm canlılara karşı saygımızı ve koruyuculuğumuzu tam anlamıyla sağlayacağımıza karşı ümidimi ısrarla yitirmiyorum.
Heidi’yi al yanaklarının arasından, kalbinden yüzüne yansıyan o iyilik dolu çocuksu heyecanıyla anabilmeyi inanın ne çok isterdim!