Hayatımızda verdiğimiz önemli kararların tam tersini yapsaydık, yaşamımız nasıl şekillenirdi, hiç düşündünüz mü? Yahut, gündelik herhangi bir konu hakkında bile basitçe bir diğer yolu tercih etseydik, işin içinden sonunda hangi duygularla çıkardık?
Bilim insanları, geçtiğimiz birkaç yıldır, yaşadığımız evrenin ve karşılaştığımız durumların birer simülasyondan ibaret olup olmadığına dair test çalışmaları yapıyor.
Alternatif çoğu teoriye göre, anlık ya da dönemlik fark etmeksizin aklımızdan geçen her düşüncenin gerçekleştiği olası milyonlarca evrende, birbirinden farklı koşullarda birçok versiyonumuz var.
Tam da bu noktada, çocukluğumdan bu yana her defasında heyecan ve tedirginlikle izlediğim, ayrıca zihnimde yarattığı “gerçeklik algısı” üzerine hala ara ara kafa yorduğum Matrix serisinin kodlarla işleyen ürkütücü sistematiğini akıllarınıza getirmek istiyorum.
Zira, insanlığın karşılaştığı ikilemlere bir noktaya kadar çözüm getirebilme potansiyeli taşıyan, hatta bu özelliğiyle kişisellik nezdinde çağdaş bir mit niteliğinde olan Matrix’i izlemeden önce, tüm bu araştırmaları sorgulamadan ve gülerek geçebilmek olası gibi duruyor.
Serinin en az bir filmiyle karşılaştıktan sonra ise, “’Gerçek’ dediğimiz kavram, bizleri bilinçsiz sonsuzluğunda yutmuş olabilir mi?” sorusunu sormadan edemiyoruz.
Çoğumuz, türlü monotonluklarla dolu hayatımızda bir an, özgür irademize göre hareket edemediğimiz hissine muhakkak kapılmışızdır; belki “kader” dediğimiz kavramla birlikte davranışlarımızın önceden belirlenip şekillendiğini, olası geçmişten etkilendiğini ya da Nietzsche’nin kurduğu gibi üst-insan (übermensch) bir yeryüzünde yaşadığımızı düşünmüşüzdür.
Filmin kurgusal karakterlerinden biri olan Morpheus, Matrix’i anlamsal olarak gerçeği insanlıktan saklamak için bizzat gözlerinin önüne kurulmuş bir evren gibi niteliyor. Bu da demek oluyor ki, belirli bir düzen içinde sürekli akıp giden kodlarla var olan Matrix, duyularımızı yanıltıyor ve gerçek dışını “hakikat” gibi algılamamıza sebebiyet veriyor.
Seri boyunca gelişen durumda böylelikle, duyularla algıladıklarımızın gerçek olduğunu sanıyor ve sonunda yaşadığımız dünyayı sorgulamaya ara vererek kendimizi sanal gerçekliğin son derece monoton haline serbest bırakıyoruz.
O halde, şayet ortak bir rüyada yaşıyorsak, gerçekten kader diye bir kavramın olup olmadığı üzerine fikir yürütmenin ve anbean tercihlerimizle şekillenen davranış biçimlerimizin bize özgülüğünü tartışmanın gerekliliğini de fark edebiliyoruz.
Simülasyon içerisinde bilgi ve mutluluk ilişkisine de ayrıca değinen Matrix filmlerinde karakterlerin sanal dünyayı terk ettiklerinde aslında içlerinde bulundukları gerçek dünyanın distopik bir oluşumdan öteye gidemediğini görüyor ve bilgiye erişmenin nihai hedefimiz olan mutluluğu bizlere getirip getirmediğini de istemsizce sual ediyoruz.
Neticede Matrix, bizleri bilimsellik ile felsefi dünyanın tam da orta noktasında kalmış soruları gözlemleme ve kararlarımızı, mutluluğumuzu, dahası yaşadığımız dünyayı sorgulama durumuna itiyor ve benliğimiz dışında gelişen olguları ön yargılar olmadan cevaplamamıza olanak tanıyor.
Fakat kabul edelim, elbette biraz da filmlerin de etkisiyle, bir simülasyonun içerisinde en doğru sonucu bulmaya çalışan bir kodlama sisteminden oluştuğumuz hissini taşımak ve sanala aitlik hissetmek “gerçekten” ürkütücü!
Ayrıca konu hakkındaki evrene dair bilimsel çalışmalar bir yana, gerçeklik algımızı değiştirmek ve neye inanacağımızı bilmek her birimiz için içsel dünyamızı ilgilendiren bir durum olsa da, gerek bilimsel gerekse felsefi tüm bu soru ve arayışlar, özellikle günümüz dijital dünyasında gerçekliğin içinde bir sanal dünyada uyuduğumuzun bilincine varmak ve bir an önce silkelenip “kendi basit hakikatimize” ulaşmak için bizlere fırsat tanıyabilir.
Çünkü;
“Eğer uyumuyorsan, bu gerçektir.” The Matrix
Son olarak, böylesine metaforik kavramlarla süslenmiş filmde yer alan kodların, başlıkta da belirttiğim gibi “gerçekliğin” tam da odak noktasında yer alan “basit bir suşi tarifi” olduğu bilgisini vermeden geçemeyeceğim, sevgili okur!