Bengisu ÖzkesSabahattin Ali meğer hep 'bizi' anlatmış

HABERİ PAYLAŞ

Sabahattin Ali meğer hep 'bizi' anlatmış

Sizlere, mutlak yolları birbirine çıkan üç farklı “tanıdık” karakterden ve yolculuklarının nasıl birbirleriyle kesiştiğinden bahsedeceğim. Lakin hazır olun; çünkü anlatımımı sürdürürken belki de hep birlikte tek bir akıl ve vücutta hüküm süren üç farklı yüze tanıklık edeceğiz.

Raif

Sabahattin Ali meğer hep bizi anlatmış

Çocukluğu boyunca yeterli sevgi görmemiş, sessiz ve içine kapanık Raif, günlerden bir gün genç bir delikanlı olduğunda ailesi tarafından eğitim için Berlin’e gönderilir. Silik yaşamının ardında -tam da bu maceranın bir sonucu olarak- pek çok insani dram saklayan Raif, Birinci Dünya Savaşı sonrası gittiği Berlin’de tıpkı kendisine benzeyen bir Yahudi kızına tutulur. Zamanla karşılıklı olarak ebedi bir aşka sürüklenen duygusal Yahudi kızı Maria Puder ve düş insanı Raif Efendi’yi ölüme dek bir arada tutan en hakiki güç ise birbirlerini bulmadan önceki “ruhani yalnızlıkları” olur.

Haberin Devamı

Aşklarının belki de en özel dönemlerini yaşadıkları sırada babasının ölüm haberini alarak bir başına Türkiye’ye dönmek zorunda kalan Raif, ülkesinde geçirdiği süre zarfında Maria’dan haber alamaz. Yanıtsız kalan tonlarca mektuptan sonra Maria’ya olan kızgınlığıyla hızlı bir evlilik yapar, çocukları olur ancak yine de onu aklından çıkaramaz.

Raif Efendi, ailesi içinde kendisini bir yük gibi hissettiği, Maria’ya öfkelendiği onca yıldan sonra, daimi aşkının o dönemde kendi çocuğuna hamile olduğu ve doğum sırasında yaşama veda ettiği hakikatiyle yüzleştiğinde ise kalbinde dayanılmaz bir acı duyar ve çok geçmeden Maria’sı ile ebediyette buluşur.

Yusuf

Sabahattin Ali meğer hep bizi anlatmış

1900’lerin yağmurlu bir sonbahar gecesinde Kuyucak köyünde ailesi eşkıyalar tarafından öldürülen henüz küçük yaştaki çekingen mizaçlı Yusuf, yaşadığı kan dondurucu olayın ardından kaza kaymakamı Salahattin Bey’in manevi oğlu olarak Edremit’e yerleşir ve çocukluğunu yeni babası ve manevi kardeşi Muazzez ile burada geçirir. Düşüncelerinin sonunda “kimsesizlik” taşıyan Yusuf için Muazzez, karşılaştıkları ilk günden itibaren kendisi için kardeşten öte olur; öyle ki, düşlerinde Muazzez’i kolu, gözü ve yüreği olarak tasvir eder. Muazzez de ona karşı boş değildir, nitekim zalim taşra portresi içinde kalbini yalnız Yusuf’a açar.

Haberin Devamı

Çok geçmeden birbirlerini tutkulu bir sevdaya sürükleseler de, sınıf farklarının ve haksızlıkların had safhada olduğu kasabada umdukları saf mutluluğu bulamazlar; zira doğadan uzaklaştıkça vahşileşen “sözde soylu” çevreleri tarafından yolları çoktan ayrı düşmüştür bile.

Yusuf’un bu para, hırs ve ahlaksızlığın masumiyete karşı galip geldiği acıklı hikayesinin sonunda -bizatihi elleriyle toprağa gömmüş olsa dahi- kendisi için baki kalan tek şey, Muazzez’in kendisine ilk günkü gibi bakan, incitmeyi bir an olsun düşünmediği gözleri olur.

Ömer

Sabahattin Ali meğer hep bizi anlatmış

Gelelim, biraz Raif ve biraz da Yusuf’ta kendine yer bulan, bizim de başından beri içimizde bir şekilde saklı tuttuğumuz mahremiyetimizi ve içten içe korktuğumuz acımasız kalabalıklar arasında her daim “yalnız” oluşumuzu yüzümüze çarpan Ömer’in yaşantısına...

Balıkesir’den yüksek öğrenim görmek maksadıyla İstanbul’a gelen, “sıradanlığı” asla kabul etmeyen Ömer, okuldan yakın arkadaşı Nihat ile gerçekleştirdiği bir vapur yolculuğu sırasında, karşılarında oturan genç ve güzel kızı fark eder, ona ilk görüşte aşık olur.

Haberin Devamı

Vapur iskeleye yanaşırken kızı kaybetmemek için peşinden gider ve çok geçmeden kızın konservatuar okumak için İstanbul’a gelen uzaktan akrabası Macide olduğunu öğrenir. Ömer yine de hislerinden vazgeçmez ve Macide’yi kendisine aşık etmek için pek çok yol dener. Neticede Ömer’in çabaları başta boşa gitmez ve ikilinin birbirlerine karşı duyguları hızla alevlenir. Fakat günler birbirini kovaladıkça, aksi kişilikleriyle aslında birbirlerine ait olmadıklarını fark ederler.

Düşünceleriyle aydın kesime mensup hisseden ve hayattaki esas gayesini bulmaya çalışırken haksız yere mahpusa düşen Ömer, zorbalığa maruz kaldığı sırada Anadolu’nun bağrından gelen Macide’yi kendisine bağlı tutamaz ve böylece geleneksellik ile modernliğin mukayesesine sebep olur.

Kim bunlar?

Sabahattin Ali meğer hep bizi anlatmış

Sırasıyla “Kürk Mantolu Madonna”, “Kuyucaklı Yusuf” ve “İçimizdeki Şeytan”; yani Sabahattin Ali’nin günümüze dek ulaşan üç kült romanı ve yaşamından ölümüne dek kendisini ve içinde bulunduğu dönem psikolojisini anlattığı romanlarındaki farklı gibi görünen fakat bir o kadar birbiriyle bağdaşık üç karakter...

Ömer’in doğduğu, Yusuf’un büyüdüğü Balıkesir’de, tıpkı Raif Efendi gibi huzursuz ve sevgisiz bir çocukluk geçiren Sabahattin Ali, 1928 yılının sonlarında Almanya’ya dil öğrenmeye gönderilir. Burada “Frolayn Puder” isminde birine aşık olduğunu ancak aşkının karşılıksız kaldığını yakın arkadaşı Ayşe Sıtkı İlhan’a yazdığı mektupta dile getirir. Aradan yıllar geçer, artık bir öğretmen olan Sabahattin Ali hayatını düzene sokmak üzere evlenmeye karar vererek yurduna geri döner. Çok geçmeden amcasının köşkünde müstakbel eşi Aliye Ali ile tanışır ve bir türlü güzelliğini aklından çıkaramaz. Aliye Hanım’a devamlı mektuplar gönderen Sabahattin Ali sonunda muradına erer, ikilinin bir de “Filiz” isimli bir kızları olur.

Sabahattin Ali meğer hep bizi anlatmış

Sabahattin Ali’nin, yarattığı karakterlerle sonu aynı olmayan bir yaşamı olmasını dilesem de yazıktır ki, bu hikayenin sonu da diğerleri kadar can sıkıcıdır. Öğretmenliğinin ilk zamanlarında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle davalık olan Sabahattin Ali’yi ölüme sürükleyen davalar silsilesi böylece başlamış olur. Başkaldıran ruhu ile defalarca kez haksız yere cezaevinde kalır ve burada deneyimledikleriyle kült karakteri Ömer’i şekillendirir. Devrin önemli komünist ve sosyalistleriyle kurduğu yakın ilişkilerden dolayı polislerden bir türlü kurtulamayan Sabahattin Ali, sonunda çareyi ülkeden kaçmakta bulur. Kaçak yollarla Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa’ya ulaşmayı ve devamında ailesini bir şekilde yanına almayı hedefleyen Ali, cezaevinden arkadaşı aracılığıyla tanıştığı, ordudan ihraç edilen eski bir subay tarafından öldürülür.

Sabahattin Ali meğer hep bizi anlatmış

Canım” ve “ruhum” olarak nitelediği Aliye ve Filiz ile henüz yaşayacağı çok şey varken 1948 yılında aramızdan ayrılan Sabahattin Ali, başından beri kendi varoluş ve yazgısının adeta farkında gibidir. Zihinlerimizde resmettiği romanlarındaki üç ana karakter de sanki yazarın çocukluğunun, gençliğinin ve düşlerinin karma kişisidir.

Yaşantısından ve hikayelerinden çıkarmamız gereken ortak bir payda var: Her insan, içinde yatan gizli kötülüğü sıradanlaştıran dinamikleri görebilmeli ve bunlardan elde edilen güç ile çelimsizlere hükmetmenin haksızlığını anımsamalıdır. Raif, Yusuf ve Ömer’in mutlu olamamasının gerekçesi olan, güçlünün yanında olup düşmanca dedikodu ve yorumlarla pastadan pay kapmaya çalışanlar, bütününde “biz” değil midir?

Sıradaki haber yükleniyor...
holder