Kitlesel bir yok oluşun içindeyiz; iyi bir geleceğin hayalini kurmak konusunda bile umudumuzu çoktan rafa kaldırmış, bizleri yaşatan dünya için muhtemel felaket senaryoları üretip duruyoruz. Aslında onca kötülüğü şimdiye dek yaratan da biziz, yaşatan da… Bizden yalnızca ufacık bir sevgi ve hoşgörü bekleyen eşsiz yerkürede gözlerimizi bile isteye sonsuz bir karanlığa hapsettik, öylece bekliyoruz belki doğa ana bize son bir şans verir diye. O’na zarar vermeyi asla ihmal etmeden...
Günümüzde, ekolojik krizin şiddeti ne yazık ki sorgulanamaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor.
Özellikle teknolojik gelişmelerin anbean artmasıyla doğaya karşı insan merkezli endüstriyel bir savaş açılmış durumda. Küresel büyümeyle gelen sözde “zorunlulukların” yönettiği biyosferin insanlık tarafından güçsüzleştirilmesi, fosil yakıtların kullanımıyla oluşan kimyasal kirlilik ve karbon emisyonları, biyoçeşitlilik kaybı, okyanusların asitlenmesi, su kaynaklarının hızla tükenmesi gibi durumlar artık kritik bir eşiğe ulaştı ve ekolojik felaketler giderek gündelik hayatımızın bir parçası haline geldi.
“Felaket” olarak niteliyorum, zira tüm bu yıkımların sonunda dünyamız bizlere yaşam alanı sunmakta bir hayli zorlanacak. İnsan eli doğaya dokundukça, her sebep bir sonuç doğuracak.
Yukarıda saydıklarımın neticesi olarak; dünyadan yansıyan güneş ışınlarının karbondioksit, su buharı ve metan gibi gazları atmosferde tutmasıyla sera etkisi yaşanacak ve ozon tabakası da incelerek küresel ısınma dediğimiz sıcaklık artışının yaşanmasına sebep olacak. İklim değişikliğiyle eşleşen bu durum, yalnız bitki ve hayvanları değil, biz insanları da hızla tahrip edecek.
Ediyor da… Bizler, yarınlarımızı düşünmeksizin mevcut tüm krizleri fütursuzca görmezden geliyoruz.
“Kendimiz için” doğaya karşı daha iyi insanlar olamaz mıyız? Pek tabii, mümkün. Sonuçta, “Geç olsun, güç olmasın” demiş atalarımız, farkında olmak ve farkındalık yaratmak, doğayı sevmek ve onu her koşulda korumak, yeryüzünde ekolojik bir dönüşüm başlatmak için ufacık eylemlerimiz bile yetecek, inanın.
Peki, bunu “sanat” aracılığıyla gerçekleştirebilir miyiz?
Söz konusu çevresel dönüşümü; proje, veri ve tablolarla eyleme geçirmek zaman alabiliyor. Tam da bu noktada İKSV, kültür politikaları çalışmaları kapsamında, Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hande Paker’in imzasıyla “Ekolojik Dönüşüm için Kültür ve Sanat” isimli yeni bir rapor yayımladı.
Raporun ilk bölümü, dünya çapında etki alanı bir hayli yüksek kültür ve sanat sektörünün öncelikle kendi ekolojik ayak izini küçültmesine değinirken, ikinci bölümü ise içinde bulunduğumuz ekolojik kriz ve iklim değişikliği ile ilgili bilinci artırmak için sanatın nasıl büyük bir potansiyele sahip olduğunu anlatıyor.
Paker; raporun özellikle son bölümünde, kişilerin sanat yoluyla hikâyeler anlatarak ve gelecek için ihtimaller sunarak birbirlerine dokunabileceklerini, dolayısıyla da dönüşüm yaratmak için toplumu harekete geçirici yeni eylemler doğurabileceklerini dile getiriyor ve ekliyor: “İnsan, hikâyelerle harekete geçer.”
Yaşadığımız gezegenin bugün ve gelecekte maruz kaldığı tehditlere karşı kültür ve sanat, değişim yolunda insanlık için güçlü bir örnek olabilir.
Geçtiğimiz ay, tam da bahsettiğim raporla bağlantılı olarak karşıma çıkan bir podcast serisi vesilesiyle bu düşünceye gönülden inandım: “Dünyalılar! Sanat Gezegeni İyileştirebilir Mi?”
Yiğit Özşener’in sunduğu seride, konu hakkında bilgi sahibi pek çok ismi dinledikçe iklimimizi iyileştirmekte edebiyatın, sinema ve tiyatronun, müziğin, mimarinin, sergilerin nasıl bir araç haline gelebileceğini gördüm. Henüz 10 bölümden oluşan ve devamının geleceğini umduğum seriye sizlerin de kulak vermesini dilerim.
Sanatın kalplerimize dokunup, hislerimizi ve verdiğimiz kararları ne düzeyde etkilediğini bir düşünelim. Sözlerimizle ve sanatımızla çevremize etki edebilir, yarını bugünden daha güzel ve özel kılabiliriz, sevgili okur!