Yüzde 98’inde yerleşim olmayan, dağlık, sulak ve yeşil bir coğrafya… Pek çok alanı devletin koruması altında bulunan, Asya kıtasında bildiklerimizden çok farklı bir ülke… İsminin Kök Türk metinlerinde Kırkız kelimesi olarak, Tibetçede ise gir-kiz şeklinde geçtiği görülmüş. Göçebe toplumların hareketini ifade eden bir kelime… “Kırları gez" “Kırları gezen”… Kırgızistan! İlk Kırgızlar, Tanrı Dağları’nın doğusu ile Tannu-Ola arasında ortaya çıkmışlar. Kırgız Türkleri diğer Türk gruplarıyla birlikte ülke nüfusunun üçte ikisini teşkil ediyor. Ülkede 2 milyondan fazla Kırgız Türkü var. Önemli sayıda da Rus nüfus bulunuyor. Ülkenin bir ilginç topluluğu da özellikle yemeklerine hayran kaldığım Dunganlar; Çin toprağından gelen Müslüman Kırgızlar. Kırgızistan turumun; Hindistan, Nepal ve Küba’dan sonra, Çok Gezenti çekimlerindeki en ilginç ve hatırda kalıcı seyahat deneyimi olduğunu söyleyebilirim.
KISITLI ŞARTLARDA TURİZM
Bişkek başkent havalimanı falan deyince, öyle bir Sabiha Gökçen performansı bile beklemeyin. Aldığı krediyi faize yatırıp inşaatı bekleten müteahhit firmanın yıllardır tamamlayamadığı bir Anadolu şehri havalimanını düşünün... Tam öyle bir yer. Başkent Bişkek’ten günaydın. 1,5 milyon nüfuslu bu şehir için -1991’de Sovyetler Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasından sonra gelişmeye başladığını düşünürsek- iyi toparlanmış diyebiliriz.
İlginç bir notla başlayalım; Kırgızistan'ın bağımsızlığını ilan ettiği 12 Aralık 1991 tarihine kadar, burada üretilen ürünlerin %93'ü Moskova idaresi tarafından alınıyordu ki, bu rakam dünya sömürgecilik tarihinde ulaşılan en yüksek sömürge düzeyiymiş. Dile kolay, 30 yıl bile olmamış kendi kararlarını vermeye başlayalı; Sovyet baskısının yarattığı hava, toplu konutların yapısında, caddelerdeki ve parklardaki heykellerde ve özellikle de kamu binalarında kendini hissettiriyor.
Özel rehberli turumuzun ilk saatlerinde, Bişkek’in dış mahallelerinde verilen bir yemek molası, mızmız bir turistin bile Kırgızistan’da neden aç kalmayacağını anlatmaya yetiyordu… Tavuklu tartından, demleme çayına, ev yapımı reçelinden, peynirli açmasına, kuzu kavurmasına kadar; ortada öyle bir lezzet tablosu vardı ki, her biri ağzımıza layık yemeklerdi vallahi. Kırgız mantısı “Manty” ve soğanlı pilavlı bir et yemeği olan “Beşparmak”; benim favorilerimden… Yağmur başladığında başkentin Taksim meydanı olan Ala Too’ya gedik.
Taksim gibi, full beton. Bütün toplanmaların, törenlerin ve festivallerin ana meydanı olan Ala Too’da 2003’e kadar- ne hikmetse- Lenin’in heykeli bulunuyormuş. Şimdi ise Özgürlük Anıtı yani “Erkindi” var. Gerisi; yerine taş gibi oturmuş, kimi betondan kemerli, kimi uzunlamasına dikdörtgen camlı, klasik Sovyet tarzı kamu binaları… Geniş ve yeşili bol Frunze Caddesi üstünde olan Mikhail Frunze Müzesi, binlerce askeri objenin sergilendiği, Bişkek’teki en önemli turistik merkezlerden...
Mikhail Frunze, Çarlığın devrildiği Rus devriminde, Lenin’in yakın arkadaşı olarak önemli roller almış. Bişkek’in eski adının da Frunze olduğunu öğreniyoruz… Cuy Caddesi, Kırgızistan’ın modern yüzünü (tek) görebileceğiniz yer. Mağazalar, AVM’ler, fastfood dükkanları hep bu cadde üzerinde.
Bişkek’te bir de Osh Pazarı vardır ki -Ala Too Meydanından bir saat kadar yürüme mesafesi gibi düşünün- benim doğuda gördüğüm en büyük, en hareketli pazarlardan biri oldu. Baharat, ekmek, et, börek çörek hepsi dev bir meydanda, ayrıca giyim, kuşam, yerel kıyafetler, keçeler, şapkalar, müzik aletleri, sayısız sokakların birbirini kestiği bu alanda yer alıyor. Oş, Kırgızistan’ın ikinci büyük şehri. Bişkek’teki bu pazar adını ondan almış.
BAŞKENT’TE GÖRÜLMESİ GEREKENLER
Başkentin sınırları içinde görülecek yerlerden biri de Bişkek Merkez Camii’dir. 1886’da inşa edilen caminin kubbesi gümüş renkli metalden yapılmış. Klasik Osmanlı mimarisi eseri. Özellikle 1557’de tamamlanmış olan Süleymaniye’ye oldukça benzeyen bu caminin 20 bin kişiyi aşan bir kapasitesi var. Burası (haberimiz yayına hazırlandığı sırada) Orta Asya’nın en büyük camisi konumundaydı.
Eski Merkez Camii yeşil duvar rengiyle, Mahmut Kaşgari Camii de oldukça süslü dış cephesiyle; şehrin özel dini yapıları arasında yer alıyor. Bir de Zafer Meydanı var ki, siz de gittiğinizde mutlaka; büyük ark altında fotoğraf çektiren bir gelin damat, bir tören ya da bir müzik ekibi göreceksiniz… Kırgızlar pek neşeli insanlar yahu! Zaten surat yapıları doğuştan güleç. Ve gelelim Ata Beyit’e…
Şehrin 10-15 dakika kıyısında. Burası gerçekten duygusu çok farklı bir anıt mezarlık; aynı zamanda Kırgızistan tarihinin en büyük acısının da yaşandığı yer… Üç kademeli anıt mezarın giriş katında -birinci dünya savaşı şehitleri için- sürücüsüz geri dönen atların mahmuzlarıyla simge oluşturulmuş dev bir heykel bulunuyor… İkinci kat ise, akıllara durgunluk verici bir olayın izlerini taşıyor. 1936-38 yıllarında tutuklanan ve milliyetçikle suçlanan tam 137 Kırgız aydını; sanatçısı, bilim adamı, siyasetçisi, yazarı, öldürülüp gizlice bu eski taş ocağına gömülmüşler…
Yıllar sonra bir arsa bekçisinin itiraf sonucu bulunan kemikler ve eşyalar, vahim olayı ortaya çıkarıyor. İkinci kattaki müzede, Cengiz Aytmatov’un babasının da bulunduğu aydınlarla ilgili bolca bulgu ve bilgi var… “Ölümü” kırık yuvarlak bir gözlük çerçevesinde, yarısı yanmış bir hatıra defterinde, altı delik bir botta; çok net biçimde görüyorsunuz. Ünlü yazar Cengiz Aytmatov’un mezarı da bu kompleksin içinde yer alıyor. Ata Beyit 1991 yılında açılmış.
BURANA KULESİ ÇOK ÖZEL
Burana Kulesi ayrı bir paragrafı ve derin bir hayreti hak ediyor. Bişkek’e 85 kilometre uzaklıktaki Tokmok şehri yakınlarında yer alan UNESCO korumasındaki alan; tarihin ilk Müslüman devleti Karahanlıların başkenti Balasagun’un olduğu yer…
Türk İslam tarihinden gelen bu denli önemli bir yerde bulunmak, bütün (geri kalan) basın ekibini heyecanlandırmıştı. Kule, 9. yüzyıl sonlarında inşa edildiğinde 45 metreyken, 15.yüzyıldaki depremde yüksekliği 25 metreye kadar düşmüş. İpek Yolu üzerinde bulunan Burana Kulesi, Karahanlılar döneminde hem minare olarak hem de gelebilecek orduları ve ticaret kervanlarını gözetlemek için kullanılmış.
Kulenin tepesine çok basamaklı dik bir merdivenle ulaşılıyor. Güneş kulenin tam arkasından batıyor ve o anın seyri ciddi anlamda hayranlık uyandırıyor. Sonra, dayıyoruz sırtımızı Tanrı Dağları’na, Çuy Nehri yolumuzun hemen kıyısında, hedefimiz olan Kara-kol şehrine doğru yoldayız… Ülkenin hayat kaynağı olan Issık gölüne ilk kez bu yol üzerinde kavuşuyoruz. İlk durağımız Balıkchy Kasabası… Küçük balıkçı kasabasının girişinde, kuru balık satılan tezgahların sunduğu görüntü “iyi ki seyahat ediyorum” dedirtiyor insana.
Seyyah olmak, gerçekten de sağlam bir duygu iskeleti gerektiriyor... İki hafta önce Bologna’da, önünüzde tava dolusu bir bolonez tagliatelle, Piaggio’larıyla işten dönen İtalyanları seyrederken; şimdi o makarnanın çeyreğini satın alamayacak bir paraya bütün tezgahını size satmaya hazır görünen kırmızı yanaklı-çıplak ayaklı Kırgız çocuklarla karşı karşıyasınız... Ya hayatla dalga geçeceksiniz ya da içinizin bir parçası yana yana, karmaşık bir kafayı kabulleneceksiniz.
KARAKOL’DA TARİH VAR
Kara-kol şehrine kadar kat ettiğimiz 200 kilometre, Issık Gölü’nü denize çevirmiş Kırgızların sayfiye alanlarıyla dolu… Bizim Selimpaşa’mız, Kumburgaz’ımız misali; deniz topu, simit, sandalet satan dükkanlar, irili ufaklı yemekçiler, el sanatları tezgahları, yol boyunca sıralanmış duruyor... Yazın oluyor tabii bütün bunlar. Baharda ve kışın, mevsim hayli sert buralarda malum!
Kara-kol şehri iki özel dini yapısıyla ön plana çıkıyor. Buradaki küçük bir otelde bir gece istirahat edip, sabahına önce Kara-kol Camii’ni sonra da Kilisesi’ni görmeye gidiyoruz… Bir kere yapılar tamamen ahşap. Camide bir kültür kaynaşması yaşanmış adeta… Japonya’da gördüğümüz; Budizm gelişli Şinto dininin tapınaklarındaki “iyi ile kötünün geçiş yaptığı” o turuncu kapılara ve kolonlara; bu caminin içinde de rastlıyoruz…
Cami yapısı tamamen Uzakdoğu stili… Orta Asya’daki bu kültür geçişleri kendini; dillerde, yapılarda, yemeklerde, çok sürpriz yerlerde gösterebiliyor... Üçlü Ortodoks Kilise ise geçme ahşaptan yapılmış gövdesi ve yemyeşil kubbeleriyle, ta karşıdan görenleri büyülüyor. Dışındaki harabeliğe karşın içindeki beyaz temizlik, insanı şaşırtıyor. İki bina da yüzyıllardır aktif olarak hizmet veriyormuş. Ve gelelim Dungan sofrasınaa! Kırgızistan’ı bizlere tanıtan Turizm Ofisi’nin planlamasına göre geldiğimiz köyde, şen şakrak karşılanıyoruz. Kazakistan ve Rusya sınırları içerisinde yaşayan Çin kökenli Müslüman bir topluluk olan Dunganlar, burada Kara-kol şehri civarında yoğunlaşmışlar.
Kendilerini “babamız Arap annemiz Çinli olarak” tanımlıyorlar. Ebeveynleriyle pek anlaşamamışlarsa demek… gelip buraya yerleşmişler. Kültürlü ve misafirperver bir halk olan Dunganların İslam süzgecinden geçmiş Çin mutfağı yemekleri, bu şehre yaptığımız ziyaretin lezzetine lezzet katıyor. Dungan (yer) sofralarının başlangıç yemeği; soğuk ve bol acılı makarna çorbası “Ashlan-fu”. Buğday unundan ve soya nişastasından oluşan iki farklı erişte türünün et ve sirkeli sosla buluşmasından oluşuyor.
Bayılırım. Ama “sıradaki yemeklere yerim kalmaz” korkusundan, iki tabakta bırakıyorum. Şimdi gelsin etli kızarmış noodle’lı Laghman, gelsin mantılar, gelsin meyveli sebzeli Ganfan pilavları… Hücuuum! Allah Allah Allah! Çok ciddiyim o gün o Dungan köyündeki yemek, seyahatlerim boyunca yediğim en lezzetli 3 öğünden biridir.
TANRI DAĞLARI’NDA MACERA
Biliyorum bu kadar Kırgız Kırgız dolaştık, yedik içtik; “KIMIZ yok mu agam KIMIZ” diyeceksiniz… Kımız nedir? At sütünün bekletilmesi, fermente olması, ekşimesi ve zaman içinde alkollenmesi. Genelde yemeklerden sonra sindirime yardımcı olarak içiliyor… Sondan bir önceki akşam, veda yemeği için davet edildiğimiz, başkente yakın olan ünlü Supara Restoran’da tadımlık olarak sundular… Ama ne yalan söyleyeyim, yıllardır aklımda büyüttüğüm o efsanevi tada ulaşamadım… Süt, ayran, sirke karışımı bir şey sanki… Olmamış yani. Kırgızlar aklımdaki kımızı yapamamışlar😊
Her yaşta yaşanacak bir “hayat ilki” vardır. 45 yaşında Kırgızistan seyahatimde; ilk kez ata bindim, ilk kez ok kullandım ve ilk kez gerçek bir göçebe çadırında kaldım. Orta Asya’nın göçebe halkları, tecrübeleriyle yapımını şipşak hale getirdikleri bu keçe çadırlara YURT diyorlar… Yurt’un duvar iskeleti kamıştan, dış tarafı ise koyun yününden yapılıyor. Üst üste konan büyük keçe parçaları (Boz Üy kumaş) içeriyi sıcak tutuyor…
Son Gölü ise finallere yakışır bir maceraydı! Hava şartlarından dolayı çamurlaşan yolu, 5 saat yerine 9 saatte gitmek, maceraların en büyüğüydü… Rehberimiz sürekli “geldik geldik, az kaldı geldik” diyor, biz artık bununla ne espriler türeteceğimizi şaşırıyorduk. Sıkıntıdan neşe çıkarabilmek, insanoğluna bahşedilmiş en büyük meziyet bence… 3500 metre yükseklikteki Son Gölü’nü seyahat rehberleriniz mutlaka önerecektir. Gitmesi zahmetli; ama bütün bunlara değecek bir yer. Sessizlik, ıssızlık, duru bir su; duru bir zihin yaratıyor gidende.