Geçen hafta Ege’den güzel bir yöre; İzmir vardı satırlardaki seyahatimizde… Bu hafta yöreyi biraz daha otantik yapalım, havayı biraz daha ısıtalım ve işe biraz da baharat katalım: Güneydoğu Anadolu’nun efsane yöresi Şanlıurfa’dayız! Göbeklitepe’nin ve Halfeti’nin coğrafyasında, görüp görebileceğiniz en lezzetli şehirlerden birindeyiz! Haydi afiyetle…
ŞANLIURFA: ANLATILMAZ, TADILIR.
Şanlıurfa, Çok Gezenti yayınlarımız boyunca en çok “Burak bey bize de gelin” daveti aldığımız yer olmuştur… Seyirci sevgisini asla kategorize etmem ama Urfalıların sosyal medya mesajları ve davetleri gerçekten bir başka boyuttaydı. Nüfusu 2 milyonu geçmiş olan, Güneydoğumuzun bu güçlü kuvvetli, duygulu lezzetli ve köklü tarihli şehri; yaşanmışlıklarıyla birlikte “Peygamberler şehri” diye de anılıyor…
Eski çarşılarıyla, camileriyle, masal gibi Harran evleriyle, tarihin en eski dini ve eğitim komplekslerine sahip olma özelliğiyle, Birecik’i, Siverek’i, makus talihli Halfeti’si, nefes kesen kalıntılarıyla Şuayip Şehir ve Soğmatar’ı, insanlık tarihine ışık tutan bulgulara sahip Göbeklitepe’siyle ve tabii ki leziz yemekleriyle; bu şehir turizmin gözbebeği.
Sabah tirit, öğlene doğru pide-lahmacun, öğlen balcanlı, akşam Urfa kebabı yenen, gece de ciğerle bitirilen; damakları çatır çatır çatlatan Şanlıurfa burası! Sıra gecesinde de tabii ki, çiğ köfteye gömüldüğümüz şehir burası! Gözleriniz, gönlünüz ve mideniz hazır ise; Şanlıurfa sizi bekliyor.
EFSANELER DİYARI
Şanlıurfa çekimlerine Fas seyahatimizden döndüğümüz gibi, İstanbul’da iki gün bile dinlenmeden gitmiştik. Sanırım Fas’ta yiyecek pek bir şey bulamayan ben (düşünün “ben” bile yiyememişim Fas yemeklerini) rotayı Türkiye’nin en lezzetli yörelerinden birine, Şanlıurfa’ya çevirmiştim. Süt danadan Urfa kebabı, buram buram patlıcan kokan balcanlısı, ince lahmacunu ve çiğ köftesi için Torosları aşarız Evelallah dedik!
Turizm ve Tanıtma Şube Müdürü sayın Necmi Karadağ ağabeyin daveti ve yardımcılarından, yörenin tam anlamıyla “turizm gönüllüsü” sevgili Mehmet Barut kardeşimin rehberliğiyle; nefis Şanlıurfa günleri geçirdik. Gezilmedik sokak, gidilmedik tarihi alan, tadılmadık yemek bırakmadık. Otelimizin karşısı, Urfa kalesi manzarası. Tepedeki kalenin iki dev sütunu; halk tarafından Hazreti İbrahim’in ateşe atıldığı mancınığın gerildiği sütunlar tabir edilir ki, dönemin soylu kraliçesi için yapılan sunağın sütunları olduğunu söyleyen tarihçiler de vardır…
Sonrasında biliyorsunuz; İbrahim’in düşüp yanacağı ateş, suya, odunlar da balığa dönüşür… Balıklı göl böyle oluşur. Her camiden ezan sesi, her çatıdan güvercinler… İlk sabaha huzurla başladı deli Çok Gezenti gönlümüz. Ancak bir durulduk sonra; birkaç hafta önce kaledeki burçlardan selfie çekilen birinin düşüp hayatını kaybettiğini hatırlayınca. İnsanoğlunun kendini her noktada fotoğraflama çabası, son yılların kanayan yarası malum.
Herkes “en çok ben buradaydım” demek istiyor; gezdiğini gördüğünü kendine katmaktan yetinmeyerek… Otelimizde çok yemeden (gün içinde yiyeceklerimize bol yer kalsın diye muhtemelen) Hasan Paşa Camii’nin yanından; Balıklıgöl’e doğru ilerliyoruz.
Bu alan şüphesiz ki yerli yabancı turistlerin buluşma alanı. Balıklıgölün hemen yanında, Hz İbrahim’e aşık olup onunla aynı kaderi paylaşan kral Nemrut’un kızı Ayn Zeliha’nın adını alan bir göl var… Bu da; onun atıldığı ateşin suya dönüşmesiyle oluşan göl… Atmışlar herkesi ataşlara! Kenarında güzel çay bahçeleri bulunuyor.
MİSAFİRPERVER VE İKRAMSEVER URFALILAR
Balıklı Göl ve etrafı mutlaka ki saatlerce huzur içinde gezilecek bir alan. 504’te Meryem Ana Kilisesi olarak yaptırılmış olan Halil Ür-Rahman Camii, İbrahim’in ataşe düşeyazdığı alan olarak biliniyor. Şazeli Ali Dede Türbesi ve muhteşem kemerli yapısıyla Rizvaniye Camii ve Medresesi, birbirine yakın duran önemli yapılar. Rizvaniye’nin eşsiz ahşap kapısını da mutlaka görmelisiniz. İçindeki ahşap işçilik, yine, benzersizdir…
Hz. İbrahim’in doğduğu mağara (Mevlid-i Halil) ve oradan doğan, şifalı tabir edilen su; çeşitli şehirlerden gelen vatandaşlarımızın akınına uğruyor. Mevlid-i Halil Camii ve geniş şadırvanlı avlusu da bu mağaranın yamacına inşa edilmiş zaten. Burası da önceden bir gayrı Müslim tapınağıymış, Osmanlı döneminde, 1523’te cami olarak düzenlenmiş. İçeride günde üç kez yapılan Kadiri Zikirlerinden birine denk gelirseniz, şanslısınız. Yöresel inanç kültürünün önemli parçalarındandır.
Dergah Çarşısı’nın büyük kapısından geçer, eski çarşılar bölgesine ilerlerseniz, Güney Doğu Anadolu’muzun pek çok ürününü bir arada bulup alabileceğiniz bir seyahate başlıyorsunuz demektir. Sipahi Pazarı, Gümrük Han, Bakırcılar Çarşısı… o kadar değerli zanaatkarlar, o kadar renkli tezgahlar var ki, kendinizi kaybedeceksiniz. Kanuni Sultan Süleyman zamanında, 1566’da yaptırılmış Bedesten’de yöresel kumaşlar ve kıyafetler bulabilirsiniz.
Gümrükhan’ın avlusunda mutlaka kahve molası verin. Hattın başına dönün; Dergah’tan baharatçılara geçin; eliniz kolunuz sumak, acı biber, salça dolu çıkıp otelinize gidersiniz. Önemli not: Yeşil biber de, kırmızı biber de, pul biber de bizde “İsot”tur diyorlar. Yani buradaki biberler, İsot’un 50 tonu.
EN ÜNLÜ URFALI “GÖBEKLİTEPE
Ulucami (eski St.Stephan Kilisesi binası) teraslı bir kule gibi yükselen minaresiyle, Güneydoğu’nun en farklı yapıya sahip camilerinden. 1170-75 yıllarının eseri olan caminin hemen arkasında Yıldız Sarayı Konuk Evi’nin avlusunda, bir sabah kahvesiyle başlıyoruz yeni güne. Türkiye’nin az bulunur 3 katlı hanlarından Barutçu Han’ı da illa ki görmelisiniz. Bunu da notlarınıza da ekleyin…
Evet, enerjimiz tam! Merkeze 20 kilometre mesafede, Haliliye’nin Örencik mahallesine geliyoruz. Artık Balıklıgöl’den bile ünlü belki burası; malum şöhreti “tarihin en eski dini mabedi” olarak, dünyanın dört bir yana yayılmış durumda. Düşünün ki o Göbeklitepe’den önce bilinen en eski tapınak Malta’da ve 5000 yıl önceye aitti... Göbeklitepe ise tam 12.000 yaşında: Büyük Britanya’daki dikili taşlar olan Stonehenge’den 7000, Mısır’daki Piramitlerinden 7500 yıl daha yaşlı...
Örencik köyü civarlarında taş ocakları açan Neolitik çağ insanı, el arabası olmadan -hayvanlara yük taşıtmak akıl edilmeden önce- taşları 2 kilometre öteden sürükleyerek; bu kum tepesine tapınaklarını inşa etmişler... İnsanı temsil eden “T biçimli temel sütunlarının bazılarının ağırlığı 40 tonu buluyor.
Şanlıurfa müzesindeki parçaların toplanmaya başlaması, 1948’e kadar dayanıyor. Çoğaldıkça farklı iki okula taşınan bu dev koleksiyon; 1969’da özel müze binasına taşınıyor… Kabına sığamayan tarih, kendisine, 2015’te açılan yeni- geniş müze binasında yer buluyor. Müze, parça sayısı olarak Türkiye’nin beşinci; kazı alanı bulguları bazında ise- en büyük en zengin müzesi.
Şanlıurfa Müzesi, istisnasız, Türkiye’de gezdiğim en müthiş müzeydi. Ve az ötesinde; yine gördüğüm en büyük tek parça kapalı alan diyebileceğim; Şanlıurfa Mozaik Müzesi… Müzedeki eserler Balıklıgöl’e çok yakın olan Haleplibahçe’de bulunup, özenle buraya taşınmış. Uzmanlar; içerdeki bazı kompozisyonların- özellikle de Savaşçı Amazon Kraliçeler mozaiklerinin- dünyadaki en değerli parçalar arasında olduğunu söylüyorlar…
Küçük bir not daha: Eyyübiye semtinde, Beykapusu’nda bulunan “Urfa Kent Müzesi”, bütün bu tarihi alanların ve bulgularının kronolojik hikayesini bünyesinde toplamış. Şekilli, resimli ve maketli anlatımlarıyla; tüm ili yakından tanıyabilirsiniz. “Ataş almaya mı geldiğ?” Evet, pek çok deyimin ve atasözünün hikayesi de burada mevcut…
TİRİTLE BAŞLAYAN, KEBAPLA SÜREN, CİĞERLE BİTEN GÜN
Balcan. Patlıcan. Balcanlı da elbette “patlıcanlı kebap” efendim. Burak Akkul kardeşinizin üzüldüğünde kendini yatıştırmak için, sevindiğinde bunu kutlamak için yediği yemektir; bu sırrımı da ilk kez burada açıklıyorum. Hayatım boyunca tütün mamulü kullanmadım (Küba’da dört nefes çektiğim puro hariç… Ama orası da Havana be kardeşim!) Araştırdım; hal böyleyken, karnabaharda ve domateste de az miktarda olmasına rağmen, onlardan 5-10 kat fazla nikotin barındıran patlıcanı “özel anlarımda” yemem, doğal karşılanmalıymış.
Köz patlıcanları soyup lavaşa zemin yapan, üzerine soğanı, biberi, tuzu basan, köfteyi de kıyım kıyım aralara saran beni, o yapıyı ağzına tıkarken görseniz; bir daha görmek istemezsiniz muhtemelen… Bu yemeği hep yalnız yerim o yüzden… Neyse… Pınarbaşı’nda sokak arasındaki Gül Tirit’te, sabah 06:30’da tirit biter efendim … Maaile burayı işleten güzel insanların davetine icabet ile gitmiş, yağlı et tirit üzerine sarımsaklı yoğurt ile 3.günümüze giriş yapmıştık.
Hala yazışırız, birbirimize selam yollarız sağ olsunlar. Benim damağımda hala o sıcak yağlı lezzet, gözümün önünde de yanımda oturan; bakır bakracı iki eliyle kavrayıp dibinde kalmış tirit suyunu kafaya diken dişsiz amca… Kebap için, ciğer için spesifik bir adres vermeyeceğim. Versem de bir manası yok. Hangi kapıyı aralasanız, hangi büyük restorana ya da küçük köşe kebapçısına girseniz, lezzet muhteşem; yine muhteşem yine muhteşem! İnce lahmacun geldi önüme hep; ki bayılırım.
Çiğ köfte de zaten Çok Gezenti adına düzenlenen Sıra Gecesi’nde önümüzde Kültür müdürlüğü ekibi tarafından yoğuruldu ki; lezzetine kelimeler kifayetsiz kalır. Anası da ilginçtir; “kim bu köfteyi yoğuran yağız arkadaş” diye sorduğumuzda, itfaiyecilik, bahçecilik gibi pek çok görevde çalışmış kardeşimizin, özel konuklar gelince, “geçici çiğ köfte yoğurma görevine” atandığını söylediler. Ne güzeldiler. Ne güzeller… (Geceyi Urfa Ciğer Evi’nde; lavaşta küp küp kesilmiş yağlı ciğer, közde acı biber ve yine közde arpacık soğanla bitirdik)
ŞUAYİP, SOĞMATAR VE HALFETİ
4.günümüzün programı cidden çok yoğundu. Sabah ziyaret ettiğimiz Eyüp Peygamber Camii’nde; Hz.Eyüp’ün hastalıklarından kurtulmak için kaldığı “Sabır Makamı” denilen mağarası ve şifalı su kuyusu, burada ziyaret edilen yerlerden… Şanlıurfa yaşayan bir tarih kitabı sanki... Yeniden yola koyuluyor ve 50 kilometre ötedeki Harran’a varıyoruz. Hayır hayır. Varmadan; 20.kilometrede falan ben, önde, aracı kullanan Mehmet’e bağırıyorum.
Dur Mehmet, geri dön, kameranın SD kartını otelde unutmuşum, cihazın içinde yok!!! Mehmet gayet soğukkanlı, yoldan gözünü ayırmadan ve kibarca “Laptop’un yanında mı Burak ağabey” diyor. “Evet” diyorum. “Onun yanındaki hazneye bak, gazeteciler genelde görüntü aktarıp orada unutuyor”. Bakıyorum. Orada. Susuyorum. Mehmet gülüyor! Ismarladığı ciğerlere veriyorum; kızmıyorum… Yörenin hatta ülkenin en çok ziyaret alan yapılarından biri de “Harran evleri”…
Hemen ötede, dünyanın ilk üniversite binası, tarihi Harran Okulu (Üniversitesi) kalıntıları bulunuyor: İlkçağdan beri varlığı biliniyor bu kompleksin, 700’lü yıllarda ise fakülteler şekilleniyor, farklı ilgideki öğrenciler toplanıyor. Hz.Ömer zamanı, eğitimin geliştirildiği dönem oluyor. Tek Tek Dağlarındaki mağaralar, Şuayip Şehir ve Soğmatar kalıntıları; hepsi bugüne sığmak zorunda. Kültür zehirlenmesi geçirmek üzereyiz. Elbette muazzam zevk alıyoruz. Harran konik evleri ile İtalya Puglia’daki Alberobello evleri arasında bağlantı var mı, diye araştırıyoruz. Ev sahiplerinden Halil Özyavuz amca “tarihte bir İtalyan mimar gelmiş görmüş, taklit etmiş” diyor ama başka somut bilgi bulamıyorum… Tek Tek Dağları Milli Parkı, ilin en değerli tarihi alanlarından biri.
2007’de milli park ilan edilebilmiş olması, biraz kayıp tabii. Merkezden milli parka uzanan yol üzerinde, Göktaş Köyü sapağı çok önemli efendim. Buradan öte, 1200’lerde Eyyubiler tarafından yaptırılan çok değerli El Barur Han var… Sonradan keçi ağılı olmuş. Ve günün sondan bir önceki durağı olan tarihi Şuayip Şehri’ne varış… Burası Harran’a bağlı Özkent Köyü olarak geçiyor… Roma dönemine ait kalıntılar arasında bir çok efsane ve hikaye yatıyor. Kızını Hazreti Musa’ya veren Şuayp Peygamber’in, bu kentteki mağaralardan birinde, Musa’nın asasını da ona verdiği söyleniyor mesela… Burada rehberliğinizi muhtemelen, köyün bebeleri yapacak.
Sizlere tatlı şiveleriyle; heyecanla tarih anlatacaklar... Yol üzerinde Bazda Mağaraları var. İnanılmaz büyüklükte bir galeri. Çok etkileyici. Ve Soğmatar Antik Kenti. Masal diyarı adeta. Ay Tanrısı Sin’e yapılmış tapınak mağaralar üzerinde ilerlerken, tepedeki Güneş ve Ay tanrısı kabartmalarına şahit olmak heyecan verici. Katmerli taşların üzerindeki eski yazıtlar ve karşı tepelerin her birinde bulunan – bu tapınağı merkez alarak yapılmış diğer tapınaklar… Anlatmak kolay değil. Görmek gerekir. Ve elbette Halfeti. Ayrıca tam bir günü hakkeder burası.
2000 yılında maalesef, Birecik Barajı’nın suları altında kalmış hayalet kasaba. Ama Halfeti ve köyleri, dev bir turizm alanı olmuş… Küçük tekne turu alırsanız, Savaşan Köyü’nde durmadan, kıyıdan güzel manzaraları görüp- 1 saatte geri dönebilirsiniz. Ama burada mola vererek kıyıda çay kahve içme imkanı sağlayan tur tekneleri de mevcut. Her şekilde; burası bir çizgi roman- bir masal diyarı sanki… Ve son günün gecesinden özel bir not: Fırat’ın iki yakasına kurulmuş (bana Avanos’u hatırlatan) Birecik ilçesi, ayrı bir turist misafirhanesi. Lezzet özelliği ise “haşhaş kebabı” efendim.
Cevdet Usta’yı bulun, ona ve güzel ailesine selamlarımızı götürün. Bu kadar bol yiyip midem bu kadar hafif kalktığım az yemek olmuştur… İşte, 5.günde biz bittik, çekimlerimiz de ancak bitti… Yetişemediğimiz yerler de vardır mutlaka; ama bu sizlere Burak kardeşinizin Şanlıurfa’sı olsun şimdilik. Şimdilik, diyorum çünkü bu şehir, geri dönüp daha çok yaşamak istediğim üç beş şehirden biri kaldı gönlümde.