2016 Kırkpınar Şenlikleri’nde Edirne’ye gittiğimizde, beni böyle karşılamışlardı: “Oşgeldin be ya gezginci!” Televizyondaki işimizin adı olan ‘Çok Gezenti’nin çıkışı da bir Trakya tabiridir aslında. Çocukken Kırklareli Yayla Mahallesi’nin parkında gazoz kapağı toplamaktan zamanın nasıl geçtiğini unutmuş, akşam ezanını bile duymamışken; nurlar içinde yatsın babaannem evden parka kadar gelir, “Tan tan gezdin yine gezenti! Haydi, gel yemek hazır” derdi. İşte o Trakyalı kalbimin sempatisini çokça kazanmış olan güzel şehir Edirne, bu haftaki seyahat rotamız olacak. Vur çocuğum davula, güm güm gümlesin! Ver çocuğum nefesi; zurna gürlesin!
PEHLİVAAAN PEHLİVAN!
Tarihe, sanata ve sanatçıya saygılı Başkan Recep Gürkan’ın davetine icabetle, Edirne Kırkpınar şenliklerini çekmeye gidiyorduk. Biliyordum ki, hem ruhum hem midem şenlenmiş ayrılacaktım buradan. Ordysler, Persler, Makedonlar, Bizans İmparatorluğu, Bulgar Krallığı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ev sahipliğini yapmış olan Edirne toprakları; her birinden taşıdığı tarihi izleri korumayı başarmıştır.
Edirne’nin bu konuda birçok ilimizden daha önde olduğunu; tarihin günlük hayat içine, hayret uyandıracak kadar etkili ve hoş bir biçimde sokulduğunu belirtmek gerekir. 1357’de Rumeli’de doğan ve günümüze kadar anavatanında icra edilen Kırkpınar etkinlikleri, tarihin en eski spor müsabakalarından biridir. Güreş festivali olarak da en eskisidir. Kırkpınar mücadeleleri başlamadan önce Kaleiçi Semti’ndeki şanlı pehlivanların heykelleri ziyaret edilir ve Sarayiçi’ndeki Er Meydanı’na geçilir.
Sonrasının enerjisini, rengini ve lezzetini buradaki satırlara sığdırmak çok zor... Çayıra yayılan pehlivanlar, kişi başına düşen iki kilogram zeytinyağını dökünüp kıyasıya bir mücadeleye girerler. 25 bin kişi sahada, milyonlarca kişi de ekranları başında izler bu anları... Alanın yanında eğlence çadırları, çeşitli panayır oyunları, karadut suyu ve sucuk ekmek satanlar ve elbette kuzu çevirme!
Trakya kızanı için kuzu çevirme, büyük bir lezzettir. Ailecek bu işi yıllardır yapan Sakız Recai’nin tentelerine konuşlanıp kilosuyla çevirmenizi sipariş ediniz. Bu mahalden ayrılmadan, 1561 yapımı Adalet Kasrı, Osmanlı’nın ilk dönem saraylarının kalıntıları ve Saray-ı Cedid mutlaka görülmelidir. Ve elbette ‘Av Köşkü’. Ah, nasıl masal gibi bir yerdir orası. Tavuk Ormanı’nı bulun ve Türk kahvenizi Sultan IV. Mehmet’in av köşkünün bahçesinde yudumlayın.
SELİMİYE’NİN YERİ AYRI
Selimiye Camii’ni görmek için sabırsızlanıyoruz artık... Buraya gelirken Selimiye Arastası bir önceki uğrak yerimiz olacaktır. İçeriye girmeden Köfteci Osman’a uğramak isteyebilirsiniz. Pişman da olmazsınız zaten. Köfteleri lezzetlidir tabii ama tahinli Hayrabolu tatlısı, ayrı bir efsanedir. Selimiye Arastası, Edirne’nin en popüler kapalı çarşısıdır şüphesiz.
Mutlaka ki Keçecizade’nin orijinal dükkanından bir kutu Kavala kurabiyesi alacaksınız. Çarşının ortasında küçük bir çıkıştan geçer, 20 basamak sonra kendinizi Selimiye’nin avlusunda bulursunuz. İnşası altı yıl süren caminin açılış tarihi 14 Mart 1575... Burası, avlusunun içinden kubbesinin altına, minarelerine ve sütunlarına kadar her bir detayıyla kendinden “O tarihte bu teknik, o tarihte bu güzellik” diye söz ettirir.
Bir köşede dev hünkar mahfili, ortada müezzin mahfili, 25 basamaklı minberi, yarım kubbe örtüsüyle göz kamaştırıcı bir boyuttaki mihrabı, huşu içinde namazını kılanlar, şaşkın bakışlarıyla gezen turistler ve ortada koşturan oyuncu çocuklar... Bambaşka bir atmosferdir Selimiye’nin içi. Kafanızı kaldırıp baktığınızda; işte tam 43 metre yüksekliğindeki ve 31 metre çapındaki iç kubbe!
Ve benim ‘tarihin ilk kapağı’ olarak adlandırdığım o ünlü ters lale motifi! Müezzin mahfilinin yamacındaki mermer sütunlardan birinde, caminin 100 lale motifinden ters olanı bulunmaktadır. Söylentiye göre Mimar Sinan, arsasını camiye bağışlamak için kendisine yıllarca kök söktüren aksi ihtiyarı sembolize etmek için, buraya bu ters laleyi koymuştur. Selimiye’nin hemen arkasındaki Arkeoloji ve Etnografya müzesi ile açık hava müzeleri görülmeye değer eserler barındırmaktadır; es geçmeyiniz. Selimiye bölgesine yarım gününüzü ayırmalısınız.
BURSA’NIN OĞLU İSTANBUL’UN BABASI
Edirne! Osmanlı’nın ‘İmparatorluk’ sıfatıyla seçtiği ilk başkenti. O yüzden tarih yazarları burası için “Bursa’nın oğlu, İstanbul’un babası” diyor. Hal böyleyken Osmanlı İmparatorluğu’nun bir il sınırı içine bıraktığı en fazla yapının da burada olmasına şaşmamak gerekiyor. Selimiye’ye elbette ayrı bir paragraf ayıracağız ama önce 1418 yılında şehre kurulmuş ilk çarşı olan Bedesten Çarşı’nın bulunduğu merkeze gidelim. Bedesten’in hemen arkasında, tarihi yolculuğumuza başlayacağımız çok özel bir cami var!
Eski Cami ya da Ulu Cami olarak bilinen muhteşem eserin yapımı, 1414’e, Çelebi Mehmet zamanına dayanır. Yürüyerek 15 dakikada ulaşacağınız, III. Murat dönemi eserlerinden Üç Şerefeli Cami ise yine eşi benzeri az olan yapısıyla, dört farklı tarzdaki minaresiyle dikkat çeker. Üç ayrı yoldan çıkılan birinci minaredeki üç şerefe, camiye adını vermiştir ve türünün ender örneğidir. Avlusundaki şadırvanda serinler; burgulu, mozaikli usta işi minareleri seyre dalarsınız. Edirne’ye tarihin düştüğü şu notu da benden duymuş olun: “Selimiye’nin kapısı, Üç Şerefeli’nin yapısı, Eski Cami’nin yazısı.”
II. BAYEZİD KÜLLİYESİ VE SAĞLIK MÜZESİ
Birkaç detayı da atlamadan notlarınıza almanızda fayda var. Şehrin şimdiki valilik binası yine eski bir Osmanlı köşküdür. Güzel peyzajlı bahçesi içindeki şirin yeşil vilayet köşkü, turistlerin hayli ilgisini çekmektedir. Bulgar Kilisesi Sveti Georgi yerli yabancı turistlerin aradığı bir noktadır. Ve efendim tabii ki, 1905’teki büyük şehir yangınından sonra ayakta kalan ve yakın zamanda restore edilip tüm dünya Musevilerinin hizmetine açılan Edirne Sinagogu.
Ziyaret ettiğimizde büyük bir kibarlıkla kapılarını çekimlerimiz için açan yetkililer, Avrupa’nın bu en büyük aktif sinagogunu görüntülememize fırsat vermişlerdi. İçi her an gezmeye açık mı inanın bilemiyorum; ama böyle bir yapının Edirne’de olduğunu biliniz. Çok önemli bir ziyaret alanı da II. Bayezid Külliyesi ve içindeki Sağlık Müzesi. Sultan Bayezid, 1484 yılında Edirne’ye geldiğinde bölgedeki hastane eksikliğini duyar ve burayı yaptırır. Şehre dönüşte Gazimihal Köprüsü’nün ucunda durun ve güzel mi güzel Gazimihal Camii’ni benim için bir görün lütfen.
MERİÇ’TEN GÜLEÇ BİR VEDA
Çoğu Edirnelinin ve turistin yaptığı gibi; biz de gezinin yorgunluğunu Meriç kıyısında atıyoruz. Nehrin civarı, lezzetli ve eğlencesi bol restoranlarla dolu. Lalezar, zaten en ünlüsü, bilirsiniz. Görüp görebileceğiniz en güzel gün batımlarından birini de buradan izlersiniz. Sabah gittiyseniz, az ötedeki Yeşil Sera, kahvaltı için harikadır. Utanıyorum ama sürekli methini duyduğum ve bir türlü göremediğim Karaağaç’a da ilk kez bu 2016 seyahatimde gitmiştim.
Batı Trakya’nın en huzurlu bölgelerinden biri. Trakya Üniversitesi’nin kampüsü, eski istasyon binası ve Lozan Anıtı’nı görmeden dönmeyin. Üstelik araçla şehre sadece 15 dakika! Edirne’yi, gelmiş geçmiş yönetimlerini, valilerini ve belediye başkanlarını tarihlerine verdikleri değerden dolayı tebrik etmek gerek. İstanbul’daki restorasyonlar, misal bir Mimar Sinan eseri olan Fındıklı’daki Süheyl Bey Camii gibiyken; Edirne’ye gelince derin bir nefes alıyor insan.
ELİNİZİ ATSANIZ TARİHE ÇARPAR
Üç Şerefeli Cami’nin yöresinde görmeniz gereken çok önemli iki yapı daha var: Roma döneminde mezarlık olarak kullanılan alanda yükselen Makedon Kulesi, cidden çok ilginç bir bina olarak ayakta durmakta. Etrafınıza bakın ve Hadrianopolis kalıntılarının heyecanına varın... Tekrar caddeye çıkınca da 16.yüzyıl yapısı olan Sokullu Hamamı’na uğramadan buradan yürüyüp geçmeyin.
Hâlâ hizmet veren ender Trakya hamamlarından... Ve işte Mimar Sinan ile özel bir buluşma; Ali Paşa Çarşısı... 1565’te Semiz Ali Paşa tarafından yaptırılan altı giriş kapılı çarşıda 120’den fazla dükkan bulunuyor. Çarşının dükkanlarını gezerken, müzik enstrümanları satan bir kardeşimden güzel bir darbuka aldığımı hatırlıyorum. Evde aklıma geldikçe elime alır, bol bol kafasını şişiririm Seda’nın ve komşuların...
Selimiye’ye gelmeden uğradığımız belediye binası ise adeta bir müzedir. Türkiye’nin günümüzdeki sistemiyle kullanılan, en eski belediye binası olan bu pembiş yapıda 1867’den beri hizmet verilmektedir. İçeride Fatih Sultan Mehmet’in gemileri karadan yürütmesini tasvir eden bir Hasan Rıza tablosu var ki... “Peh, peh!” dersiniz. Dilerseniz tarihi meclis salonunu ve Atatürk’ün şehre geldiğinde kaldığı odasını da ziyaret edebilirsiniz. Buraya sadece tapu işleri için gelmeniz haksızlık olur vallahi!
HARBİ OL CİĞERİMİ YE!
Edirne’ye doyamıyoruz ama gezi için planlanan zamanımız da daralıyor. Artık ünlü ciğercileri aramanın vaktidir. Biz ilk gece, daha büyük parça ciğeriyle popüler olan; kurutulmuş acı biber kızartması, taneli acı biber sosu, söğüş domatesi ve soğanıyla bol bol ‘yan yemek’ sunan Niyazi Usta’nın çarşıdaki dükkanında yemiştik ciğerimizi. Bir sonraki gün öğlen ise ciğerimizi (buranın ciğerleri akşam servisine kalmıyor) pek çok gezgin gurmenin uğrak yeri olan, Kazım ve İlhan Usta’nın Edirne Ciğerci’sinde aldık. Bilirsiniz işte duvarlarında Mehmet Yaşin, Vedat Milör fotoğrafları falan var.
Ben yediğim her iki ciğerden de memnun kaldım. Köfteler de ziyadesiyle güzeldi Edirne’de. Sebebi; bölgedeki meralarda çiçeklerin, otların, bir baharat misali, yararlandığımız hayvanlara sirayet etmesi tabii. Bir de mutfaktakiler kaç kuşaktır bu işin tecrübesini almış olunca, yediğiniz her yemek fevkaladenin fevkinde oluyor. Rastladığınız her peynirciden alacağınız her çeşit beyaz peynirin sizi memnun edeceğini yazmama gerek yok. Bin yıllık Edirne peynirini övmek bana mı kaldı?