Bakınız Londra’yı anlatmak nasıldır, en başta onu anlatayım size. Bunun belki de dünyada sadece bir iki örneği var; İstanbul’u veya New York’u anlatmak gibi… Çok kez bulunduğum için burası ‘avucumun içi’ şehirlerdendir benim için. Turistler için; milyon sokağında, bin caddesinde, yüz bin tane özelliği ve güzelliği vardır Londra’nın. O yüzden bu sayfada elimden gelen ancak size bu dev şehrin havasını hissettirmek olacak. Evet, havalı şehirdir. Pahalıdır. Kalabalıktır. Kozmopolittir ama karakterinden de ödün vermemiştir. Harcadığınız her penny’i hakkedecektir burada yaşayacaklarınız. İngiltere’nin ve Birleşik Krallık’ın başkenti; karizmatik şehir Londra’dayız!
YENECEĞİM SENİ LONDRAAA
Bugün Londra’da geceliği 50 pound’un altında kafanızı sokacak bir otel odası bulmanız zor. Dövizin yerinde durmayan durumunu düşünecek olursanız, Airbnb gibi daha hesaplı seçeneklere yönelmeniz kaçınılmaz. Ucuz semtler yok mu? Elbette var. Metroyla bir saat güneye ya da kuzeye gider; Croydon, Barnet gibi uzak semtlerde, nispeten ucuz otellerde kalırsınız ama her gün gidiş dönüş masrafı durumu yine eşitler.
Merkezde, büyük tren istasyonlarına yakın, göçmen konaklama mahallelerinde konaklayabilirsiniz ama 150 yıllık Victorian evlerden bozma otellerin gıcırdayan zeminlerine maruz kalırsınız, uykularınız kaçar. Bu yüzden Londra, orta bütçesi olan bir turistin öyle sık sık gezmeye gideceği bir yer değil ama Londra’nın dev bir artısı vardır ki, bu olumsuz havayı bir nebze olsun hafifletiyor: Ulaşım rahatlığı. Şehrin her noktasına maksimum 10-15 dakikada yürüyebileceğiniz bir metro istasyonu mevcuttur.
Metrosu olmayan detay bir yer kalmışsa bile bir otobüs illa geçer. Metro haritasını çözmek kolay değil; bir hattın gideceğiniz yer üzerindeki son noktası gelen metronun üzerinde yazar ama ‘Circle Line’ hattı mesela halka çizdiği için, kafanız karışabilir. Neyse, böyle böyle bir iki günde şehrin Sherlock Holmes’u olursunuz, aradığınız hiçbir yer sizden kaçamaz! Sherlock Holmes’un roman evi de Baker Caddesi’ndedir bu arada…
Müze gibidir, hayli eğlencelidir. Caddenin metro istasyonu da konuya göre; pipolarla falan dekore edilmiştir… Londra yönetiminin böyle bir huyu var. O metro istasyonunda müzeler varsa mesela, duvarlarına freskler falan yapıyorlar. Çalışıyor Büyükşehir! Belediye başkanları Sadiq Khan, Pakistan kökenli Müslüman ailedendir.
SIFIR NOKTASI’NDAN BAŞLAMAK…
Dünya saat dilimlerinin başlangıcı Greenwich köyüdür. “Köy” derken, çayırında inekler falan dolaşmıyor tabii; adı Greenwich Village. Önce büyük parkında sakin sakin takılacağınız, sonra da ünlü gözlem evine çıkıp bol bol hatıra fotoğrafI çektirebileceğiniz bir noktadasınız. Asıl şehir turunuza başlamanız için, Greenwich’ten Londra’ya hareket edecek olan tekneleri bulun. Önemle belirtmek isterim ki; Londra’ya ilk kez gidenler kesinlikle Greenwich’ten tekne ile gelerek buluşsunlar bu güzel şehirle.
Fiyat 30 pound civarı ama Thames’ten geçip Tower Bridge’i görerek yaşayacağınız ilk heyecana değecektir. Tower Bridge, Londra’nın bir numaralı simgesidir. 1894 yılında yapımı tamamlanan bu sivil mühendislik harikası, döneminin müthiş icadı olan güçlü buhar pistonlarıyla açılabiliyor; oradan geçecek büyük gemilere yol verebiliyor. Mavi kordonlu masalsı köprünün üzerinden iki katlı kırmızı otobüsler geçerken; zihninizde uçuşan o ‘London’ imajı, tam yerine oturacaktır zaten.
İnmez de teknenizle Westminster’e gelirseniz; şehrin bir posterlik manzarasıyla daha karşılaşırsınız. Şehir içinde şehir olan Westminster, İngiltere’nin eski başkentidir aslında. Şimdi ise Londra’nın kalbidir. Westminster Sarayı, UNESCO korumasında bir binadır ve şüphesiz ki şehrin en önemli binasıdır. Binanın ucuna iliştirilmiş Big Ben, gerçekten de heyecan vericidir. Saat kulesi, 1100 odalı bu dev sarayın büyük bir yangından sonra, 1834’teki restorasyonunda eklenmiştir yapıya.
Bu arada Big Ben’in, kulenin değil, içindeki çanın adı olduğunu da notlarınıza ekleyiniz. Bölgede ayrıca İngiltere’nin en popüler dini mekanı olan Westminster Katedrali bulunmaktadır ki; II. Elizabeth’in taç giydiği, Lady Diana’nın cenaze töreninin yapıldığı ve Prens William’la Kate Middelton’un dünya evine girdiği bu koridorları arşınlamak, heyecan verici olacaktır.
AT PAZARINDAN BOZMA ALIŞVERİŞ MEKANI
Thames Nehri’nin etrafındaki büyük bir bölgeye “Thames Walk” denir. Güzel bir havada dolaşırsanız, büyük bir şehir nasıl hem büyük hem de güzel olabiliyor, anlarsınız. London Eye dönme dolabı, Tate ve Tate Britain müzeleri, kafeler, restoranlar… İşin içinde yemek olunca, ben London Brige’in güney ucundan çıktığım gibi; şehrin en yüksek binası olan sivri The Shard gökdeleninin yanındaki Borough Market’te alırım soluğu.
Fish and chips’ten öte bir mutfağı olmayan İngiltere’nin “misafir odası” diyebilirim Borough Market için… Gidin ve dünya mutfağından kişleri, sandviçleri, hamburgerleri, peynirleri, istiridyeleri tıka basa götürün! Merkezin resmiyetinden sıkıldıysanız; hemen London Bridge istasyonundan Kuzey hattını alıp Camden Town’a gidiyoruz! Tüm şehre göre nispeten ucuz, pek de avangart şıklık yaratacak giyim kuşamlar bakacağız Camden’da...
Türkiye’den şarkıcılar oyuncular falan ‘tarz’ kıyafetlerini hep Camden’dan alır. Semtin, Stables Market denen eski at pazarından bozma alışveriş mekanı; birbirinden renkli mağazaları, yiyecek tezgahları ve üzerine dökülen salkım söğüt yapraklarıyla, ünlü kanal manzarasıyla, tam bir gününüzü hak etmektedir.
Rave modasının damar mağazası Cyberdog’a mutlaka uğrayın. Dünya mutfağı tezgahlarından; İtalyan dilim pizza, şişman bir Mexican Burrito, bir Çin pilavı üzerine tatlı ekşi tavuğu mutlaka tadın.
MÜZELER, GALERİLER VE SANATIN ZİRVE NOKTALARI
Britsh Museum şüphesiz ki tüm Ada’nın Louvre’udur. Benim tavsiyem iki tam gününüzü; Tate Modern, Tate Britain, Britsh Museum, Doğa Tarihi Müzesi, Victoria ve Albert Müzesi ile Ulusal Galeri için ayırmanız. Benim özel tavsiyem; Natural History Museum yani Doğa Tarihi Müzesi. Müzenin binası zaten müzelik! 1881 yılında ziyarete açılmış. Tarihte, 1881’de olan, en iyi ikinci şey.
İçeride sizi karşılayacak salon, gördüğünüz en etkileyici iç mekanlardan biri olacaktır. Tarihin yapraklarında iki günü geride bırakınca; alışveriş ve eğlence hayatının yapraklarına geçmeniz gerekebilir. Londra’nın bu minvalde kalbi bence; Soho, China Town, Piccadilly Circus üçgenin içi ve yakın çevresidir. Size yürüyerek gezilecek günlük bir rota çizmem gerekirse; Green Park istasyonunda ininiz, Piccadilly’e doğru gidiniz, Piccadilly Meydanı, ışıklı tabelalarla dolu bir buluşma noktasıdır.
Sağınızda Trafalgar Meydanı kalır ki burası da ünlü bir ‘toplanma’ meydandır. Leicester Square, China Town, Soho derken, hem yemeğinizi milyon tane seçenek arasından seçip yiyebilir, hem de popüler West End tiyatrolarından birinde müzikal, opera ya da tiyatro izleyebilirsiniz. Biletinizi internetten de alabilirsiniz ancak izlemek istediğiniz şovun sahnesine gidip sabah erkenden sıraya girerseniz ucuza bilet de bulabilirsiniz.
Sonra bir de benim için, yedi yolun birleştiği Seven Dials’ı bulup, Neils Yard’daki Home Slice pizzacısından, dünyanın en lezzetli pizzasını yiyebilirsiniz. Kabak çekirdeği, mantar ve chilli soslu olanından sipariş lütfen. Ortaya dev bir tane! 20 pound… Oradan Covent Garden’da geçerek, Apple Market’in balkonlu kafesinde bir şeyler içip; günü bitirirsiniz.
ALIŞVERİŞ ALIŞTIĞINIZ GİBİ DEĞİL!
Londra’ya gelecekseniz ve ailenizde maaşını dövizle alan biri yoksa, Oxford Caddesi ve Bond Caddesi gibi caddelerden uzak durun. Alışveriş namına yok yoktur buralarda. Oralardan orta şiddetli zararla kurtuldunuz diyelim; Kensington ve Knightsbridge’in caddelerine hiç bulaşmayın! Harrods’un şöhretini duymuşsunuzdur zaten. İşte bütün o ‘binlerce poundluk’ Şeyh ailesi, Rus Oligrak ailesi alışverişlerinin mağazaları, hep buralardadır.
Neyse ki ucuz alışverişin iki devi; TK Maxx ve Primark mağazaları var. Hemen her semtte bir şubeleri bulunur. John Lewis ise bir tık daha pahalıdır ama ortalamanın altındadır. Dev alışveriş mahallelerini sevenlere de bir not: Central Line metro hattının uzak doğusunda bulunan Stratford’daki ‘Westfield Stratford City’ şehrin en büyük alışveriş merkezidir. Daha çok zenginlik mi görelim? Peki, bir akşam High Street Kensington’dan otobüse binin, Green Park ve Marble Arch’a doğru camdan etrafınızı izleye izleye gidin.
Buckingham, St. James’s kıyısı, Mayfair, Regent Street; dünyanın en pahalı şehir merkezi evlerinden, zenginlik ifşalarını yapan ailelerin pencerelerinden sızan loş ışıklarını izleyin. Başka ülkede tek bir tanesini görseniz aval aval bakacağınız, tarihi eser diye fotoğraf makinenize sarılacağınız binaların 450’si birden, öyle sağlı sollu yan yana dururken; siz de öylece ultra şaşkın bakarsınız.
Olsun, bakın. Hayat, önümüzdeki hedef değildir ki; hedeflere giden yolların her açısı, her köşesi, her bir metresidir hayat! Gördüklerinizin her biri bir tecrübedir. Kızmayın, alınmayın, hırslanmayın; sadece kendinize yeni bir ‘siz’ katmak için bakın.
LONDRA’DAN HIZLI NOTLAR
Dedim ya bu şehir kolay anlatılmaz diye... Bu sefer de kalırsa üzüleceğim notlarımı hızlı hızlı yazarak bitireyim: Hyde Park (zaten en ünlüsü) Kensington Bahçeleri ve Regents Park; buralar yazın park keyfi için çok geniş olan, ideal yerlerdir. Kiminde hayvanat bahçesi, kiminde kraliyet saray evleri vardır. Muhteşem zaman geçirirsiniz. Kensington çıkışındaki ünlü konser salonu Royal Albert Hall, bir müze niyetine görülmelidir.
Tower of London, ülke tarihine şahitlik etmek adına, görülmelidir. South Kensington merkezi ve Kingston Upon Thames ise benim iki favori semtimdir; hafif sofistike ama kalite havalarını soluyun isterim. Ve Notting Hill semti ile yavrusu Portobello; hem hafta sonu pazarları hem de ‘cosy’ art kafeleri ve renkli evleriyle, kaçırmamanız gereken bir bölgedir. Hugh Grant’la Julia Roberts’ın bir bildiği olmalı değil mi? Londra gibi altı havalimanı olan başka şehir de yok sanırım; birinden birine bir gün inmenizi dilerim.