Benim bir kız grubum var, bazılarıyla üç yaşından beri çok yakın arkadaşız. Aynı ortaokul, liseye gittik, üniversitede ev arkadaşı olduk, öyleydi böyleydi derken 40 yılı beraberce devirdik.
40 yıl az buz bir süre değil, dostluğumuz, bağımız, başımıza gelen türlü işlerle, zaman zaman araya giren kıtasal mesafelerle sınandı; artık eminiz ki biz birbirimizin kaderiyiz.
Bence çocuklarımız ve düşmanlarımız için isteyebileceğimiz en önemli şey böylesine bir dostluk.
Gerçek bir dostlukta, gerçek bir ilişkide, insanı iyileştiren, daha iyi bir insan haline getiren bir tılsım var çünkü.
Geçenlerde e-posta kutumda bir posta arıyordum. Bayağı bir gerilere gittim; 2011’lere…
Bizim kızlarla yazışmalarımızı buldum, dünyanın çeşitli yerlerine dağıldığımız bir dönemdeki yazışmalarımız…
Al geleneksel mektubu koy elektroniğin içine hesabı, uzun uzun yazmışız birbirimize.
Teker teker hal hatır sorarak başlıyor, asla çalakalem değil, dertlerimizi, sıkıntılarımızı, başımıza gelenleri tane tane, güzel güzel yazmışız.
Bir “mektup” üstüne diğerlerinden cevaplar gelmiş gitmiş vs.
Belli ki bu yazışmalar, o dönemde, bayağı can kurtarmış.
Hala yazıyor muyuz birbirimize? Hayır.
Çünkü artık dünyadaki pek çok kişi gibi anlık mesajlaşıyoruz.
Hala farklı ülkelerdeyiz, çok özlüyorum onları, çok iyi geliyor bu mesajlaşmalar, günümü şenlendiriyor.
Sadece işte geçmişte birbirimize yazdıklarımızın içeriklerini gördüğümde, önemli bir kendini ifade etme aracından artık mahrum kaldığımızı fark ettim.
Hepimizin başına gelmiştir, anında mesajlaştığında hele bir de beş, altı kişilik bir gruptaysa, çoğu zaman mesaj mesajın üstüne geliyor, bazıları arada kayboluyor. Senin için çok önemli olan bir şey, diğer mesajlar arasında kayboluyor.
Tek satır, tek satır yazıla yazıla, telefonu eline aldığında bir anda yüzlerce mesaj birikmiş oluyor, okumaya üşeniyorsun, falan filan.
Öyle değil mi?
Telefon devamlı elimizde olduğu için her an mesaj atabiliyoruz artık, ama, uzun uzun yazmaya da üşeniyoruz, sesli mesajlar gönderiyoruz iki arada, fakat…
Yazmak önemliymiş gerçekten.
Kısaltmalar kullanmadan, tek satır tek satır hemencecik yollamadan, yazmak güzelmiş, kıymetliymiş, farklıymış ve elbette birinden “bütünlüklü” başı, sonu belli olan, bir mesaj/mektup almak da çok güzelmiş.
Şimdi diyebilirsiniz ki, “Dramaya gerek yok, arkadaşlarına istiyorsan mail, daha güzeli, mektup yaz, git PTT’ye, yolla hatta.”
Yapmayacağım böyle bir şey elbette, anlık mesaj uygulamalarını kullanmaya devam edeceğim.
Ama derli toplu yazmanın hakkını verelim istiyorum.
Yazmak çok iyileştirici bir eylem. Aslında sadece yazmak değil, kendimizi ifade etmek için yaptığımız her şey çok iyileştirici; resim yapmak, nakış işlemek, seramik çalışmaları, kille, toprakla ilgilenmek, çiçek düzenlemek, ebru sanatı ile ilgilenmek; kısacası ellerimizi, yaratıcılığımızı, ifade etmek istediklerimizi, içimizden geldiği gibi, hiç sansürlemeden ortaya koyabilmek.
İfade etmek istediklerimizle vakit geçirebilmek, onların çevresinde dolanmak, içlerine dalmak, biraz uzaklaşıp onlara dışarıdan bakmak, tekrar içlerine hiç düşünmeden balıklama atlamak…En önemlisi de içimizden çıkmalarını sağlamak…
İster yazalım, ister çizelim, yeter ki içimizdekiler, ifadelerimiz ete kemiğe kavuşsun.
Belki şimdi “Ben iyi yazamam” diyeceksiniz:
- Resim yapmak mı? Çöp adam bile çizemem
- İki kelimeyi bir araya getiremem…
- Ben kim, seramik yapmak kim?…
Galiba bir şeyi iyi yapma çabası ve arzusu, biz insanların hem ödülü hem de laneti.
Bu arzumuz sayesinde, şu anda yeryüzünde binlerce muhteşem eser var. Çok yetenekli insanların mükemmeli yaratma takıntısı, her dalda sanat eserlerinin, göz kamaştırıcı mimari eserlerin ortaya çıkmasını sağladı.
Ama aynı zamanda bu muhteşem eserler sıradan, fani insanların önünde kendimizi ifade etmemizi sur kapısı gibi engelliyor adeta.
Yazmak, çizmek, bir sanat dalıyla uğraşmak için yetenekten ziyade cesarete ve kendimizle bağ kurmaya ihtiyacımız var.
Burada önemli olan, muhteşem bir yeteneğe sahip olmak değil, içimizdekilerin kendi ifadesine kavuşması.
Çünkü fark etmesek bile buna ihtiyacımız var. Bizler artık fazlasıyla kafasının içindeki düşüncelerle yaşayan insanlar haline geldik.
Pek çoğumuz mesleğimizin sınırları içinde yaşıyor. Eğer bir konuda vaktinde (çoğunlukla okul dönemlerinde) yetenekli bulunmadıysak, sanatsal üretimi, diğer bir deyişle kendini ifade etmeyi “yeteneklilere” bırakıyoruz.
O zaman ne oluyor?
Ne kadar kitap okuyup, kaliteli filmler seyretsek de, sergilere, konserlere gitsek de, pasif bir alıcı oluyoruz.
Çeşitli kanallarla kendini ifade etmek ise çok güçlendirici, rahatlatıcı ve haz verici bir duygu. Ayrıca kendimizi keşfediyoruz, kendimizi tanıyoruz tüm bunları yaparken.
Hayatımızı yaşarken dış dünyadan kendimizi beslemeğe ihtiyacımız olduğu kadar, kendimizi bize uygun araçlarla ifade etmeye de ihtiyacımız var.
Bu hayata kendi sözünü söylemek, insanı hayata yerleştirir çünkü.