Artan sıcak, yazın peşinde süren amansız kovalamaca ve ne kadar unutmaya çalışsak da şiddetini her geçen gün arttıran sıkıntılar kendimizi koruma altına aldığımız tek kaleyi, huzurlu ve güvenilir tek alanı, uykumuzu tehdit etmeye başladı.
Gittikçe arapsaçına dönen uyku düzenin yanında bölük pörçük bir uykuyla güne başlamaksa sadece etrafımıza değil kendimize olan tahammülümüzü bile rahatlıkla yok edebiliyor.
Hal böyle olunca bu uykulara birde birbirinden fantastik, birbirinden bunaltıcı hatta "Dün akşam neler yaşandı öyle ya!?" dedirtecek tarzda rüyalar eşlik etmeye başlıyor.
"Ölü balık felaket getirir" ya da "Devenin üzerindeysen kesin yolculuğa çıkacaksın" şeklinde yorumlanan rüyalar dışında şatolardan atlamak, bulutları yemeye çalışmak veya sakince bir odanın içinde oturup öylece beklemek gibi asla tam olarak anlamadığımız ve dakikalar içinde unuttuğumuz rüyalarla da karşılaşıyoruz. Özellikle stres seviyemizin arttığı ya da fizyolojik olarak olumsuz etkilendiğimiz zamanlar da rüyalarımız meraklı, heyecanlı ve coşku dolu hallerinden çıkarak gerici, bunaltıcı ve korku uyandıran olayların içinde kendimizi bulmamızı sağlıyor.
Zamanlar arasındaki köprü, geleceğin habercisi, ilham kaynağı gibi misyonlar yüklediğimiz rüyalar aynı zamanda korkuların açığa çıktığı, gerçeklerin şekil değiştirdiği ve gizli kalanların birden önümüzde belirdiği yerdir. Bir anlamda "gerçek yaşamın" dışına atılan bir adım olarak rüyalar, uzun yıllardır üzerinde çok düşünülmüş, mitleştirilmiş, yorumlanmış ve analiz edilmiş bir konudur.
Yüzyıllar boyunca Aristoteles'den Platon'a, Freud'dan Jung'a kadar rüyalar üzerinde yapılan onlarca araştırma, akıl yürütme ve çalışma her seferinde gittiğimiz yolları değiştirdi, bizi başka noktalara ulaştırdı ve kendimize dair bilmediğimiz yüzlerce yeni soruyu ortaya çıkardı. Ruhun gezintiye çıkması, hafızanın özgürleşmesi, anıların birleşmesi, gerçeklik arayışı gibi farklı şekillerde ele alınan rüyalar, uyku ve uyanıklık arasındaki çizginin iki tarafına da daha iyi bakmamızı sağladı.
Rüyalarda, uyanıkken akla gelmeyenlerle buluşabileceğimiz gibi kaçtıklarımıza da yakalanabiliriz. Göremediklerimizi görüp gerçekleşmesini istemediğimiz her ana burada şekil verebiliriz. Gerçekte olamadıklarımızla rüyalarda kavuşabiliriz.
Sembollerden, işaretlerden, kehanetlerden ya da rasyonel gerçeklerden uzakta sadece güzel rüyalar görme dileğiyle daldığımız uykular galiba en güzel olanları. Zeki Müren'in dediği gibi rüyalarda buluşup şarkılarda kavuşmak istediğimiz artık ne yazık ki sadece sevgili olmasa da yine de güzel bir rüya görme isteğiyle uykuya dalmayı belki başarabiliriz. Sürekli çoğalan isteklerimizden, sıkıntılardan ve ertelemek istediğimiz bazı gerçeklerden bir adım uzaklaştığımız, uyandıktan sonra hemen unuttuğumuz ama huzurlu uyanmamızı sağlayan rüyalarımız hala olabilir.
Rüyalara dalmadan akla gelenler: Salâh Birsel
Rüyalardan masallara, masallardan 1001 Geceye ve oradan Salâh Birsel'e uzanarak uyumadan önce Gandhi ya da Hint Kirazının Gölgesinde okumak sütbeyaz atlara binmiş sabahlara uyanmamızı sağlıyor.
Usta şair ve deneme yazarı Salâh Birsel'in 1001 Gece Denemeleri'nin son halkası olan kitap, gerek dili gerek içeriği gerekse kapak tasarımıyla her anlamda okuyucuyu etkileyen bir çalışma olarak karşımıza çıkıyor.
Birsel, doğanın renk, şiirin sözcük olduğunu söylerken bir anda Fransa'ya, Dumas'ya, Sait Faik'e uğrar oradan kalem tutan sol ayağa, 'Tuz Yürüyüşü'ne ilerleyen Gandhi'ye geçer ve hint kirazının gölgesinde soluklanır. Dilbazlığın, gezintinin, yıkımın ve alaycılığın tüm renklerini yüzümüze tek tek tek vuruverir.
Rüyalara dalmadan önce akla Salâh Birsel düşer, iyi ki de düşer...
Gerçeklerle rüyalar belki de hiç ayrılmadılar: The Science of Sleep
Hayal, rüya ve gerçeğin sentezini en etkileyici şekilde beyazperdeye taşıyan yönetmenlerden Michel Gondry, The Science of Sleep filmiyle tüm düşlerin, düşüncelerin ve duyguların iç içe geçtiği ama birbirlerinin ayağına asla basmadığı bir dünyaya bizi davet ediyor.
Fransız yönetmen, tüm dikkatleri üzerine çektiği ve büyük ihtimalle her birimizin birden fazla kere izlediği Eternal Sunshine of the Spotless Mind 'ın ardından çektiği bu filmle zeki, etkileyici, tekrar tekrar izlenisi ve oldukça başarılı bir çalışma ortaya koyuyor.
Başrollerini Gael García Bernal ve Charlotte Gainsbourg'un paylaştığı 2006 yapımı film, rüya ve gerçek arasındaki çizgileri hem oldukça keskin hem de bir o kadar silik şekilde izleyiciye sunmayı başarıyor. Bernal'in canlandırdığı Stephane Miroux karakterini odağına alan yapım, rüya ile gerçek dünyanın uç sınırlarını bir araya getirmeye çalışırken aslında ikisi arasındaki farkın o kadar da belirgin olup olmadığını ve hatta bunun o kadar da önemli olup olmadığını düşünmemizi sağlıyor.
Yarattığı dünya, sunduğu renkler, iç ısıtan ama hüznün de her an kendini hissettirebildiği detaylarla sizi hemen etkisi altına alacak olan The Science of Sleep, uyandığımız anda unutmamak için sürekli kendimize tekrarladığımız bir rüya tadında. Mutlaka izleyin.