Ben bu satırları yazmaya başladığımda, Soma’da yaşamını yitiren maden işçilerinin sayısı resmi olarak 245’ti. İnsan canını sayıyoruz. Tam iki yüz kırk beş insan. Onlar ne bir eylemdeydi, ne de bir savaşta. Onlar sadece ekmek paralarının derdinde, saati 5 liraya çalışan maden işçileriydi. Bütün bu facianın ve yaşanan trajedinin arkasından, hala aklımın almadığı şeyler yaşıyorum.
Bizim inanışlarımızda ölenin arkasından yas tutulur, ağıt yakılır, dua edilir ve bu hangi dinden olursak olalım yaptığımız bir ritüeldir. Bir ölümde, bir de doğumda barışır tüm küsler. Yeni doğanın tazeliği, güzelliği, masumluğu unutturur küslüğü, ölüm de hatırlatır hayatın ne kadar kısa olduğunu.
Bu kadar büyük bir kaybın sonrasında, ülkece yasa boğulduk elbette. Bir yanda başbakanın 245 kişinin ölümünü olağanlaştırıp normalleştirmesi, bir yanda da bazı kendini bilmezlerin bu kadar ölümün üzerinden işi dönüp dolaştırıp “Geziciler”e getirmeleri… Aklımın almadığı şeyse, ölüm haberinden sonra bile kutuplaşmanın, olması ve hatta artması. Sosyal medyada çamurlaşan kalpleri gördükçe, hayatını kazanmak için orada ölenlerin o kömür karası ellerini öpmek istedim.
Biz nasıl insanlar olduk böyle? Birbirimize ihtiyacımız varken, ne hale geldik de birbirimizin canını yakar olduk? Nasıl bir çıldırmanın içindeyiz? Ateş düştüğü yeri yakıyor ya, 245 kişi bizim ocağımıza düştü. Çok mu zor “Sen” değil, “Ben” değil “Biz” olmak? Yasımızı birlikte tutsak? Bu facianın hesabını birlikte sorsak?