Bu sene Ramazan İstanbul’a sessizce, hiç belli etmeden geldi demiştik. Hiç belli olmadan Ramazan’ın yarısı geçti de sonuna doğru ilerliyoruz.
Geçmişin o görkemli Ramazan adetlerinden bir şey kalmasa da iftarları ile heyecanı ile bir başkaydı. Her günü ayrı yaşanırdı, her günü ayrı bir zaman parçası görülürdü eski Ramazanların.
Eskiden olsaydı Ramazan 15 deyince, Padişah’ın haremi ve bütün maiyeti ile birlikte, Hırka-i Şerîf'i ziyaret ettiğini görebilirdik. Belki de saray adetlerinin en canlısı, Ramazan adetleri idi. Padişah Hırka-i Şerîf ziyaretinden sonra ise çok özel bir törenle Yeniçeri’ye baklava dağıtırdı. Öyle bildiğimiz baklava değil elbette, halis tereyağ ve bal ile şerbetlenmiş, özel kızarmış “hem ballı hem bademli” bir baklava. Askerler, bol bol verilen baklavanın tadına doymamış olacak ki, bir dahaki Ramazan’ı ve Baklava Alayı’nı beklerlerdi.
Baklava Alayı deyip geçmeyin, Baklava Alayı’nın da kendine göre bir ciddiyeti vardı. Saray mutfağında özenle hazırlanan baklava tepsileri sarayın ikinci avlusunda getirilirdi. Adaletli olmak esastı bu baklavalar dağıtılırken, buna göre her on kişiye bir tepsi baklava düşmekteydi ve bu şekilde yeniçeri bölüklerini temsil edenlere verilirdi. Bu kişiler baklava tepsilerini alıp sırıklara takarak Bizans’ın meşhur Mese Caddesi, bizim Divanyolu’muzdan alay halinde giderek Yeniçeri ocağına götürürlerdi. Ne alay ama, Baklava Alayı... Yol kenarında da bu ilginç gösteriyi seyretmek için herkes toplanırdı.
Alay deyince tabii ki Kadir Gecesi’ni unutmamak gerek İmparatorluğun son zamanlarında kadar, padişahların görkemli bir alayla Ayasofya Camii’ne gittiklerini görür gibi oluyorum. Görkemli olduğu kadar da eğlenceli bir alaydı bu. Top ve fişek sesleri bu alaya eşlik eder, ışıklarla süslenmiş yollar meraklı kalabalığın toplanmasına neden olurdu.
Zaman algımızı kaybettik
Bu sene Ramazan’ın on beşinci günü ne kadar sessiz geldi ise kimse fark etmedi.
Aslında bu sene salgının yavaşlattığı hayatımızda zaman algımızı da biraz kaybettik. Haftanın çalışma günleri, evde kalınan günlere karıştıkça takvim ile olan ilişkimiz azaldı ve zamanın akıp gitmesi herkese farklı gelmeye başladı.
Belki de ilk defa Rönesans dönemi Fransız şairi Ronsard’ın dediklerini gecikmeli fark ettik. Ne demişti Ronsard:
«Zaman geçiyor, zaman geçiyor Canım,
Heyhat! Zaman değil bizleriz geçen…»
Bizler de geçip giderken zaman algımızı da kaybettik.
Oysa eski insanlar zaman algılarında hiç yanılmazdı. Baktığımızda hep aynı yerlere gelen akrep ve yelkovan ile değil, gökyüzündeki ışıklarla ölçerlerdi zamanı.
İlk insan hayatta kalmak çabasında geceden sonra gündüzün, kıştan sonra baharın gelmesinin önemini anladıktan sonra gökyüzünde mükemmel bir düzen keşfetmişti ve yaşamını buna göre ayarlamıştı.
Rasathaneler kurmuştu insan, anlayabilmek için zamanı. Rasathane’nin kökende rasat vardı, gözlem vardı. Evren’in sarsılmaz düzenini anlamak vardı.
Bu kadar önemli olmasaydı bu zamanı gözlemlemek, Fatih Sultan Mehmet gibi bir hükümdar, Ali Kuşçu gibi bir âlimi törenlerle karşılayıp Ayasofya’da müderris yapar mıydı? O Ali Kuşçu ki, Doğu’nun bütün ilmini almış, rasathane görmüş bir âlim olarak bir konuşması ile Fatih’i kendine hayran bırakmıştı.
Zamanı namaz vakti ile ölçen atalarımız muvakkithaneler kurmuştu, namaz saatlerini şaşmamak için; ciddi gözlem evleriydi muvakkithaneler, o zamanın en ileri aletleri ile vakitler belirlenirdi.
Ay gözükmeden başlatılmayan oruçlardan, senelik “Saatli Maarif Takvimi”ne oradan da telefon uygulamalarına geldik ama yine de alışılmadık durumlarda algımız kaybediyoruz.
“Modern Dünya”da, kapitalist sistemin çalışma saatlerine göre zamanı ayarlayıp, “boş vakit “ ve “can sıkıntısı “ kavramını yaratan bizler değil miyiz zaten zamanı bırakıp anlamadan “geçip giden”?
Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir dünyada bir müddet sevdiklerimizle sarılamadan, kavga dövüş toplu taşıma araçlarına binmeden, kalabalık bir restoranda yemek yemeden geçen günlerimizde, mesai saatleri ve boş zaman karıştıkça zaman algımızı daha da şaşıracağız gibi gözüküyor.
İnsanın en büyük özelliği kuşkusuz etrafına uyumlanma yeteneğidir. Bizi bekleyen yeni hayatta zamanın kalitesini en iyi arttıracak olan, kesinlikle daha doğal bir yaşam ve sevdiklerimiz mesafeli ama kaliteli geçecek olan zaman olacak gibi gözüküyor.
Bunu keşfettikçe eski yaşamın “lükslerini” yerine getirmeden, “can sıkıntısı” hissettiren bir hayatı değil, olması gereken daha kaliteli ve doğal yaşamı tanımaya başlayacağız.