Yıllar önce yankıları ses getiren bir Türk filmi. Başrolünü Orhan Gencebay ve Necla Nazır’ın paylaştığı filmin konusunda her zamanki gibi mutluluğun aslına küçük şeylerde saklı olduğunu gösterir. Kelebeğin ömrünün 24 saat olduğunu hepimiz biliriz. Bir günlük hayatı nasıl keyifle ve umarsızca yaşadığını görmek beni hep düşündürmüştür.. Her şeyin "anda" olduğunu tüm hayvanlar alemi biliyor da, koca insanlık anlayamadı gitti. Bir hayvan sever olduğumu her zaman övünerek itiraf etmek istiyorum. Onların yaşam tarzlarını ve hayata bakışlarını gözlemlemenin bana çok şeyler kazandırdığını söylemeye gerek yok zaten...
Hayvanlar alemiyle haşır neşir olanların çoktan bildiği bir konuyu, yeni keşfetmesem de, onlar kadar yaşamdan keyif alamadığımızı anlamak benim için oldukça esef verici ve ilginç olduğunu görebiliyorum çok şükür. Evet! yaşama yüksek egonun verdiği sıkı bir tutunmayla çok ciddi bakıyor ve hayattan keyif almak yerine; kadersel planlara inat, kendi kurgularımızı yapıyoruz. Çoğunun; bizim istediğimiz şekle dönüşmeyeceğini anlamak için kaybettiğimiz, kısacık ömrümüzün yıllarını, gereksiz bekleyişlerle tüketiyoruz.
Küçüklüğümde büyükannem elimden tutup anı olsun diye sokak fotoğrafçıların boy gösterdiği İzmir’in vazgeçilmez saydığımız, Konak meydanına götürürdü. Belli ki, ileri yıllarda, değişen dünya düzeni içinde, bu tür güzelliklerin bir bir yok olacağını hissetmişti. Eski toprak diye boşuna dememişler eski nesle… İnsanlıkta hislerde ve algılarda şimdinin teknolojisine fark atarmış da, eminim birçoğumuz değerini şimdi anlamaya başlıyoruz o unutulmuş çocukluk güzelliklerinin ve uçup giden, muhteşem insanların bilgilerini… Fotoğrafım çekilirken; kollarında siyah kolluk olan fotoğrafçılardan çok korkardım. Şimdiki neslin asla tanışmayacağı bir güzellikti onlar.. O küçücük kutuya bakmaya zorlar ve gülümse diye seslenirlerdi. Tüm enerjimizi, ne güzelde o küçücük deklanşöre yansıtırdık. Fotoğraflardaki bir anlık mutlu tebessümleri keşke; tüm hayatımıza yayılabilse...
22 yıldır İstanbul'da yaşamama rağmen sık ziyaret ederim doğduğum ve tadı damağımda doyamadığım şehrimi. İzmir insanı özeldir. Faklıdır. Kibar zarif ve asaletlidir. Türkiye’nin bir çok şehrini gezdim. Her gittiğim şehirde, güzel ülkemin tüm insanlarıyla kucaklaştım. Hepsi değerlidir benim için. Fakat; hani en sevdiğiniz bir misafirliğe gider, mutlu saatler geçirir ve yine de evime bir gitsem de; ayaklarımı şöööyleee bir uzatsam duygusu vardır ya; işte bana bu duyguyu çağrıştırır nedense İzmir ziyaretleri. Kordon ana kucağı. Karşıyaka baba kucağıdır. Her ikisi de mutluluk beşiğidir , bir türlü sallanmaya doyamadığım...
Bazen bir şeyini değerini anlamak için onu kaybetmek gerekiyor. Sevdiklerinden ayrılmak, işini, sağlığını kaybetmek, değerlerini yitirmek gibi. Mutluluğun anahtarı bazen mutsuzluktan geçiyor. Son yıllarda; değişen dünya düzeni, savaşlar, insanlığın çektiği acılar hepimizi perişan etmiş durumda.
En sevdiğim arkadaşlarımdan yine bir tanesiyle geçen gün; İstanbul’un en sevdiğim semtlerinden Suadiye’de karşılaştık... Ayak üstü laflarken; eşinin ilgisizliğinden, hayattan bıktığından, küçük oğlunun derslerini çalışmadığından, Kızının sevgilisinin yanlış kişi olduğundan( kimin kime göre yanlış olduğu tartışılır bir konu fakat şimdi konumuzla ilgisi olmadığı için konuya fazla dalmak istemiyorum) bahsederken birden yine aklıma takıldı. İnsanlık acılar içinde kıvranırken; bizim küçük mutsuzluk şımarıklarımız beni utandırdı… Gerçek acıyı bilmeyenler, hiç konuşmamalı, dünyayı izlemeli, haline şükretmeli ve insanlığın acılarının bir ucundan tutmalı. Belki mutlu olmayı öğrenirler.
Mutsuzluğundan şikayet ediyorsun, başkalarının mutsuzluklarını bir bilsen haline şükredersin. - Mevlana