Dikkat, dikkat! Bu, sadece Paris’te nerede ne yenir, mutlaka nerelere gidilir yazısı değildir. Tek başına seyahat rehberidir. Kendimle baş başa kaldığım, dünyanın her yerinden insanlarla tanışıp dost olduğum solo seyahatler kendime verdiğim en değerli hediyelerden biri. Herkesin Paris’i farklıdır. Benim Paris’im, kendimi akışa bırakarak sokaklarında özgürce dolaşabildiğim, saatlerimi müzelerinde harcadığım, eski kitapçılarında huzur bulduğum ve Café de Flore’da Simone de Beauvoir’ın ruhunu hissederek sıcak çikolata içtiğim bir kaçış alanı.
İki hafta önce bir sabah uyandım ve üçüncü solo seyahatimi gerçekleştirmek için Paris’e gitmeye karar verdim. Kimseyi ilgilendirmeyen kişisel sebeplerim ve nisan sonu bitecek olan Schengen vizem de bu kararı almamda etkili oldu tabii. Christmas zamanı gidecektik ama Omicron varyantı tüm sınırları kapatınca kalmıştı. Neyse…
BURASI SADECE BİR AŞK ŞEHİR OLAMAZ
Orada yaşayan çocukluk arkadaşım Gökçer’i aradım. Yerel birinden tavsiye almayı çok önemserim. “Ben geliyorum. Bir Parisli neler yapar, bana anlat” dedim. Sorduğu ilk şey kiminle geldiğim oldu. Tek başıma geldiğimi duyunca da “Kızım sen deli misin, burası bir aşk şehri. Sevgilinle gelseydin” dedi. Tek başıma gittiğime bir an bile pişman olmadığımı söylemek zorundayım. Yılların ‘Aşıklar Şehri Paris’ini tek hamlede klişelerden kurtaramam. Zaten hiç halim yok.
MUTLAKA ‘YAPILMAYACAKLAR’ LİSTESİ
‘Paris’te mutlaka yapılacaklar listesi’ni zaten Google size söyler. Siz onların “Mutlaka” dediklerine bakmayın hepsi yapmaya değer şeyler olmuyor. Kendi ilgi alanlarınıza göre bir rota oluşturun. Benim dört günüm vardı ve gerçekten istediğim deneyimleri yaşadığım için Paris’e ve kendime teşekkür ederim. Şimdi size bazı yaptıklarımdan bahsedeceğim. Kesişenleri Paris seyahati kümenize ekleyin:
Louvre, Rodin ve Orsay müzelerine saatlerimi verdim. Leonardo da Vinci’nin kendisinden daha ünlü eseri, superstar Mona Lisa’yı, Antik Yunan heykel sanatının en ünlü örneklerinden Venus de Milo’yu, Vincent van Gogh’un birçok tablosunu ve Auguste Rodin’in yüzlerce heykelini yakından gördüm. Bu sanat ziyafeti beni bir süre idare eder.
BANA Bİ’ SOĞAN ÇORBASI LÜTFEN
Saint Germain Bulvarı üzerindeki 1880’lerde açılan Café de Flore, Paris’in en güzel ve ikonik cafesi bence. Albert Camus, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir’ın burada vakit geçirmesi benim için önemini daha da artırıyor. Kendime burada bir akşam yemeği ve ardından sıcak çikolata ısmarladım. Parisli gibi hissetme konusundaki tavsiyelerden biri soğan çorbası içmemdi. Ben sevmedim. ‘Yapılmayacaklar listesi’ne soğan çorbası içmeyi ekleyebilirsiniz. Paris’teki kafelerin, sosyal hayatta önemli bir yeri var. 17. yüzyıldan beri bu böyle. Ünlü yazarlar, filozoflar bu kafelerde buluşurmuş. Birçok ressam ünlü olmadan önce, tablo karşılığında buralarda yemek yiyormuş. Paris’teki bu kafe kültürü bana biraz Cihangir Cumhuriyeti’ni anımsattı.
Sainte-Chapelle’in büyülü atmosferinde klavsen, keman ve viyolonsel eşliğinde Soprano Sabine Revault D’Allonnes’u dinleme fırsatı buldum. Hayatımın en büyülü anlarından biriydi. Denk gelirseniz bunu deneyimlemenizi çok isterim. Tabii oraya kadar gitmişken dünyanın en büyük şovlarından Moulin Rouge’u izlememek olmaz. Sürprizlerle dolu bir şov! Benim için de hayli sürprizliydi. Dikkatsizliğimden bir şişe şampanyalı bilet almışım. Her şeyi çok net hatırlamakla birlikte şovun sonuna doğru en coşkulu alkışlayanlardan biri bendim. Pişman değilim. Hahaha!
PARİS SENDROMU DA NE?
Muhteşem Jardin des Tuileries ve Jardin du Luxembourg bahçelerinde kruvasan ve kahve molası vermek size iyi gelir. Büyülü pasajlarına da mutlaka uğrayın. Benim planıma göre bir pasaj görme vaktim vardı ve hakkımı Galerie Vivienne’den yana kullandım. İçindeki minik kitapçının ruhuna ortak oldum.
Orada olduğunuz süre boyunca özel sergilere mutlaka denk gelirsiniz. Geçtiğimiz 23 Ocak’ta hayatını kaybeden, dahi moda tasarımcısı Fransız Thierry Mugler’nin tasarımlarının sergisine denk geldim. Dekoratif Sanatlar Müzesi’ndeydi ve inanılmazdı!
Paris’e giden bazı turistler yüksek beklentilerine karşılık bulamadıklarında mutsuz olup Paris Sendromu’na kapılıyormuş. Bu sendroma en çok Japonlar yakalanıyormuş, nitekim bu sendrom ilk olarak 1986 yılında yine bir Japon tarafından ortaya atılmış. Ben sendromsuz geri dönenlerdenim ve sevgili Japon kardeşlerim, beklentilerinizden kurtulmayı başardığınızda hem özgür hem daha mutlu hissedeceksiniz!