Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) 1945 yılındaki kuruluş tarihini anmak amacıyla her yıl 16 Ekim, ‘Dünya Gıda Günü’ olarak kutlanıyor. Bu yılki slogan, “Su hayattır, su besindir. Kimseyi geride bırakmayın!” olarak belirlendi.
Hatırlarsanız, geçen hafta Bodrum’a su veren bir barajın tamamen kuruduğunu, diğer barajda da suyun tükenmek üzere olduğunu yazmıştım. Bodrum Belediyesi, acı gerçeği bu hafta içinde tüm Bodrumlularla paylaştı.
Üstelik sadece Bodrum değil, başta İstanbul ve İzmir olmak üzere pek çok ilimiz, benzer bir tehditle karşı karşıya. Hızlı nüfus artışı, kentleşme, ekonomik büyüme ve iklim değişikliği, gezegenin su kaynaklarını giderek artan bir baskı altına sokuyor. Her geçen gün azalan tatlı su kaynakları, gıda üretimini olduğu kadar yaşamı da tehdit ediyor.
Bu nedenle, sadece bu özel günde değil, yıllardır her gün ülkelerin, işletmelerin ve bireylerin su kullanımında sorumlu üretim ve sorumlu tüketim ilkelerini yerine getirmek zorunda olduğunu savunuyorum.
Bu öyle hassas bir konu ki hiç kimsenin “Aman bana ne” deme lüksü yok.
Dünyada tatlı suyun yüzde 72’si tarımda, yüzde 16’sı evlerde, yüzde 12’si de endüstride kullanılıyor. Ayrıca, tarım için küresel su talebinin 2050 yılına kadar yüzde 35 artması bekleniyor. Bu veriler bize su ile gıdanın ne kadar birbiri ile bağlantılı olduğunu gösteriyor.
Unutmayın: Su yoksa gıda da yok; su yoksa hayat da yok.
ÇOCUKLAR ÖLMESİN
Bu hafta dünyanın en çok konuştuğu olay, Hamas’ın başlattığı ve sivilleri hedef aldığı saldırılara, İsrail’in aynı sertlikte cevap vermesi ve Ortadoğu’nun bir kez daha kan gölüne dönmesiydi. İnsan olmaktan utandıran fotoğraflar gördük, videolar izledik. Her karede ayrı acıyla sarsıldık. Tüm dünyanın gerilimi düşürmek yerine yangına körükle gitmesine şahit olup kahrolduk.
Biliyoruz ki daha önceki pek çok savaş gibi bunun da bir kazananı olmayacak. Ve yine biliyoruz ki geriye acıdan, gözyaşından başka bir şey kalmayacak.
Vatan şairi Nazım Hikmet Ran’ın dediği gibi: “Savaş; korku ve sefaletten başka bir şey vermez. Yakar, yıkar, öldürür, yok eder.”
Dünya bu gidişata dur demenin bir yolunu bulmalı.
Bireyler de o tarafı ya da bu tarafı desteklemek yerine barıştan yana olmalı.
Yoksa insanlık kaybedecek.
DÜŞEN YAPRAKLARI TOPLAMAYIN
Çevre haberleri için sık sık ziyaret ettiğim yesilist.com internet sitesinde, doğanın sürdürülebilirliği açısından, bu yazının başlığına da taşıdığım basit ama gerekli bir uyarıya denk geldim ve bir bölümünü sizlerle paylaşmak istedim. İşte o uyarı:
“Sonbahar yapraklarının yeşilden kırmızıya, turuncuya veya sarıya dönüşmesini izlemeyi herkes sever. Ancak yapraklar yere düştükten sonra genellikle toplanarak bertaraf edilir. Oysa çoğu zaman dökülen yaprakları yerinde bırakmak en iyisidir. Dökülen yapraklar, topraktaki yaşamı besler ve devam etmesine katkıda bulunur. Yapraklarınızı kendi haline bırakarak çimlerinize, yaban hayatına ve çevreye yardımcı olursunuz. Dökülen yapraklar doğanın gübresidir; toprağı, çimleri ve bahçeleri güçlendiren organik besinlerle doludur. Toprağa düşen yapraklar, yağmur suyunu
emer ve ayrışırken nemi toprağa ve bitkilere geri vererek,
yağmur suyu akışını kontrol etmeye yardımcı olur.
Kuru yapraklar ayrıca kuşlar, böcekler, amfibiler ve diğer küçük yaban hayatı için değerli kış habitatı ve yem kaynakları sağlar. Böceklerin çoğu, her sonbaharda güneye göç eden kral kelebekleri gibi değildir. Birçok polen taşıyıcı ve diğer faydalı böcekler, kışın soğuğunda, yetişkin, tırtıl, yumurta, larva ya da koza olarak yaprak altlarına sığınarak hayatta kalırlar.”
Buradan tüm belediyelere sesleniyorum: “Caddelerdeki ve sokaklardaki yaprakları toplayın ama en azından parklara, yeşil alanlara düşenlere dokunmayın.”