Başlık; İ.S. 200’lü yıllarda yaşadığı bilinen Patanjali’nin, Yoga Sutraları’ndan.*
Doğal evrim/dönüşüm zaten gerçekleşmek isterken bunun gerçekleşmesinin yolunu kapatan engellerden söz eder Patanjali ve kendi yolunda akmak isteyen ama önünde engeller olan bir akarsudan örnek verir. Bu suyun önündeki engelleri kaldırmak… İşte bu, dönüşümü başlatacak “eylem” olarak işaret edilir Yogasutra’da. Durgun sudan, akarsuya dönüşümü yani başka bir türe dönüşümü sağlayan söz konusu “içe akış” ne ile ya da nasıl mümkün olur peki?
Buna aradığım yanıt her zaman Batı’dan başlayıp Doğu’ya uzanarak geldi. Başlangıç noktam Batı, çıkış noktan Doğu olduğunda adeta ana dilimde konuşuyormuşum gibi rahat hissediyorum. İç dünyama giden yolda ihtiyacım olan dil; hibrit bir şey: Psikanaliz ve meditasyon. Varılan nokta aynı. İkisinin birlikte ilerlemesi güven verici.
Başlamadan önce gözlerinizi kısa bir süre için kapatın ve nefesinizi takip edin. Değiştirmeye çalışmadan, sadece olduğu haliyle nefesinizi izleyin… Yavaşça gözlerinizi açın ve kendinizi yazının akışına bırakın.
“Bilinçdışı”, Freud’un öne sürdüğü bir teori. Tomografisi çekilmedi. Beynimiz de neredeyse uzay kadar bilinmez hala.
Gündelik zihnimiz, gündelik yaşamımızın mekanlarından biri olan oturma odamız ise bilinçdışı için hemen hemen hiç kapısı açılmayan, penceresiz, karanlık bir oda benzetmesi yapılır. Bir zamanlar, bir şekilde alınmış ve kullanılmayan, görünce insanın içini sıkan, belki de suçlu hissettiren bir takım eşyaların tıkıştırıldığı ve üzerine kilitlerin vurulduğu bir oda.
Bazen karanlık odadan oturma odamıza birileri girer. Bunlar, henüz karanlık odanın derinliklerine gitmemiş, kapı ağzında bekleyen düşünceler, duygular, anılardır. “Yeterince” derine gidenler ise pek görünmezler ama şöyle bir durum vardır; kokular, sesler ya da oturma odasında gördüğümüz bir obje/kişi üzerinden görsel çağrışımlarıyla bunlar, varlıklarını hissettirebilirler…
Karmaşa da burada başlar. Artık belli belirsiz olan duygu, düşünce ve olayları zihin başka formlara sokar. Olayların hafızadaki versiyonu ile gerçekleşmiş versiyonu farklılıklar gösterebilir. Yani gündelik zihinde deforme olan deneyimler üzerinden, duygu ve düşüncelerimiz de deforme olur. Yazar da yazarız artık üzerine koya koya…
Sopayı pencereden, yılanı içinden atmak
Bir psikanaliz seminerinde, bu durumu özetleyen kurmaca bir örnek dinlemiştim:
Bir aile, çoluk çocuk iki odalı bir evde yaşamaktadır fakat sadece evin bir odasını kullanmaktadırlar, diğer odanın kapısı kilitlidir ve anahtarı babadadır. Ailenin nüfusu gün geçtikçe artar, çocuklar büyür, yenileri doğar vs. ve yaşadıkları odaya sığamaz hale gelirler. Günün birinde bir misafir gelir ve evdeki duruma şaşırıp adama sorar: “Neden diğer oda kapalı, neden buraya sıkışıp kaldınız böyle?”. Adam da der ki “O odanın kapısını kesinlikle açamam, orada bir yılan var ve şimdiye kadar kim bilir ne kadar kocaman olmuştur, çoğalmıştır da…”. Bir süre sonra yaşanan oda o kadar dayanılmayacak hale gelir ki adam kendini kilitli odanın kapısında bulur ve cesaretini toplayıp kapıyı açar, bir de bakar ki yerdeki “şey” sadece bir sopadır. Hafızasına yılan olarak yerleştirdiği şey üzerine bir de hikayeler eklemiştir… Yılan tek başına nasıl çoğalır, ne kadar ve nasıl büyür, neyle beslenir? Böyle mantıklı sorular sormadan, sadece korkuya sarılmak… Günlük hayatta bizi zorlayan bir şeyler olduğunda, belki yüzleşme cesaretini göstermek…
Annem benden habersiz babamla…
Meditasyon, bu yüzleşme cesareti için önemli bir destek, önemli bir ihtiyacı karşılayan, önemli bir niyet. Konuyu buraya bağlamadan önce bir de kişisel bir deneyim/analiz aktarayım:
5-6 yaşlarındayken bir akşam aniden annemin evde olmadığını ve babamın da sakin sakin eve getirdiği işiyle ilgilendiğini fark ettim. Babama annemi sorduğumda anne anneme gittiğini, birazdan geleceğini söyledi (iki dakika mesafe vardı aramızda anne annemle). Çok mülayim bir çocuk olmama rağmen ortalığı yıktım. Bir süre sonra annem çıktı geldi ama; ne zaman geldi, nasıl geldi ve geldiğinde ben ne yaptım hiç hatırlamıyorum. Bu anıyla ilgili hatırladığım hakim duygum uzun süre şuydu: Terk edilme (annem) ve yaşadığım acı karşısında kayıtsızlık (babam).
Bizimkiler olayı tabi ki farklı yaşamışlardı. Onlara göre her ebeveynin yapacağı bir operasyondu. Anne çocuktan bunalmıştır, çocuğu babaya bırakır ve iki dakika hava almaya çıkar. Çocuğun “Ben de geleceğim” diye tutturma riskine karşılık bu kumpas kurulmuş olur.
Bu cümleleri kurabilecek kıvama gelmek için biraz uğraştım. Freud’un özel ilgi alanı olan arkeoloji, psikanalizi bu disipline benzetmesine neden olmuş. Ben de biraz kazı yapınca anladım ki gerçekten beni kandırmalarına pek içerlemişim. Annemin gitmesi değil yani mesele… Onun döneceğine emindim ki ben.
“Annem bana söylemeden nasıl olur da gider?” kısmına takılmışım:
- Annemle aramızda özel bir bağ, özel bir anlaşma yok muydu bizim? (Her bebek buna güdümlüdür ve her çocuk bunu bilmek ister)
- Bu adamla (babam) sözleşme yapıp arkamdan iş çevirmek de ne oluyor?
- Üstelik tavana kadar zıplayarak ağlamama rağmen (tavana değdiğimi sanıyordum uzun süre anılarımda), yüzüme bile bakmadı.
Eşikten atlamak için keskin dikkat, pırıl pırıl bir zihin gerekli. Nasıl?
Bu kadar basit bir olayı bu kadar canlı hatırlamama rağmen pek çok ayrıntı elbette hiç yok. Sonradan icat ettiğim, “annem beni terk etti” korkusunun özündeki gölgeli duygu; annemin bana söylemeden evden gitmesiydi. Ama ben uzun süre “terk edilme duygusu çok ağır” diye dolandım durdum. Halbuki bu konuyla ilgili de genel olarak sorunum olmadı ki benim.
Yetişkin bir bireyken farklı ilişki dinamiklerinde kendime yer edinme zorluğu, terk edilme korkusundan değil, ilişkilerin dışında bırakılma korkumdanmış. İşte bunun cümlesini kurunca vesvese olmaktan çıkıyor konu. Bu kadar basit, bu kadar etkili. Öte yandan çok keskin dikkat isteyen, emek yoğun bir çalışma. Hocamın dediği gibi; tam bir zihin işçiliği. Analiz ve meditasyon böyledir…
Meditasyonda da psikanalizde olduğu gibi arkeolojik kazı yaparsınız. Ve bir süre sonra bilinçdışınızla karşı karşıya kalırsınız. Gündelik zihnin uğultuları, vızıldanmaları aradan çekilmeye başladıkça daha başka bir zihin niteliği çıkar karşınıza. İşte orada meditasyon halini sürdürmek bize durumlar karşısında farklı bir eşik atlatır.
Korkularımızın çoğunu, pek çok şeyi bir araya getirip biz yazıyoruz aslında. Bir rehberimiz olsa, elimizden tutup geçmişte bize rahatsızlık verdiğini belli belirsiz sezdiğimiz olayların içine bizi götürse, pek çok eksik parçayı bugünkü aklımızla kendimizin tamamladığını göreceğiz ve bir ohhhh çekeceğiz.
İçimizdeki çocuk kadar içimizdeki yetişkini de sevelim, ona ihtiyacımız var
Peki bu mümkün değil mi? Psikanalizin hemen hakkını vererek “evet mümkün” diyelim. Psikanalist eşliğinde kendimizi analiz etmek için ruhen/zihnen hasta olmak gerekmiyor. Sopayı yılan sanmak da yeteri kadar iddialı… Evet rehberimiz bir analist olabilir ama bir süre sonra analize devam ederken ya da sonrasında ya da hiç gitmesek bile, bir yetişkin olarak kendi kendimizin elinden tutup o sopayı karanlık odanın penceresinden atabilir hale gelebiliriz.
Karanlık odaya girme cesaretini bize veren, psikanaliz kavramıyla söylersek; rasyonel egomuzdur. Elinden tutulan da hepimizin içinde olan, çocuk. Korkularla, kaygılarla içeride tir tir titreyen bir çocuk çıkıveriyor bazen, işte onu yine biz destekleyeceğiz.
Bizi analize götüren de yine rasyonel/yetişkin egomuz. Bilinçdışına tıkıştırdığımız arzular, korkular vs. ile yüzleşmenin önünü açan ve bir süre sonra bu korkuların dönüşümünü sağlayan meditatif çalışmalar, meditasyonda olma hali; düzenli olarak hayatımızın bir parçası oldukça, geçmişe dönük büyük korkular, geleceğe yönelik kaygılar ve büyük beklentiler altında kendimizi ezmekten, iki baskı arasında sıkışıp kalmaktan kurtulabiliriz.
Kişisel deneyimimde analiz ve meditasyonu birlikte uygulama şansı elde ettim. Uzun bir analiz sürecine, meditasyon çalışmalarımı eklemiştim. Şimdi de doğal akışta, dengede, orta yolda olmak için meditatif çalışmalarıma devam ediyorum.
*Başlıktaki çeviri: Korhan Kaya
Nilüfer Eyiişleyen