Cannes 2022’de Ana Yarışma seçkisinde yer alan “R.M.N.” ve “Tchaikovksy’s Wife”ı analiz ettim. Mungiu ve Serebrenikov, büyüleyici kapanış bölümleriyle unutulmayacak filmlere imza atıyorlar.
‘R.M.N.’: Toplumsal şiddeti örgütleyen yarı-teknolojik fabrika
FİLMİN NOTU: 5.8
Mungiu’nun filmlerinin sürekli rahatsız edici bir tarafı vardır. “4 Ay 3 Hafta 2 Gün”ün 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile”, 2007) yasadışı kürtaja dair hissettirdikleri ciddi bir Çavuşesku rejimi eleştirisi getirmişti. Gerçekçiliğin sürekli kaydırılan uzun planlar üzerine kurulu matematiği cezbedici bir Romen Yeni Dalgası mirası bırakmıştı geriye.
“Tepelerin Ardında”da (“Dupa Dealuri”, 2012) ise artık Angelopoulos’a kayan yönetmenlikle kilisede lezbiyenlik ve şeytan çıkarma gibi tabu yıkan konulara dingin bir yaklaşım vardı. Balkanlardaki homofobiye dair çarpıcı metinler devreye girmişti. “Mezuniyet” (“Bacaluaréat”, 2016) ise eğitim sistemine dair bir şeyler söylese de kalıcı bir politik mesajı ve sinematografik dünya servis etmemişti.
“R.M.N.”, günümüz Avrupa’sındaki yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa dair bir film. Açılışından itibaren tekinsizliği bize hissettiriyor. Dingin girişin ardından ormana geçen bir çocuk karakterin orada yol alması, ardından beliren koyunlar ve mezbaha ile beraber aslında bir kesme biçme haline dikkat çekiliyor.
Bunun devamında da Romence, Macarca ve İngilizce fark etmemizin alegorik bir fabrika yaratma çabası ortaya çıkıyor. Her şeyin en saf ve mahrem haliyle gözümüze vurulması burada ana bakış açısı olmuş. Bu durum da şiddete eğilimli bir Transilvanya Kasabası’nın gizemine çekilmemizi sağlıyor. Romanya’nın semti fazlaca vampir filmine de malzeme olmuştur.
Burada tekinsizlik Tudor Vladimir Panduru’nun mat renklerinden destek alırken, ters ışık da dış mekan sahnelerinde üzerine düşünülesi metinler çıkarıyor karşımıza. Kapalı ile gizli olma arasında gidip gelmenin sinemasını izliyoruz. Cinsellik ve şiddetin ardı arkası kesilmeksizin bize sömürülmeden hissettirilmesi ciddi bir sarhoş edicilik de getirmiyor değil.
Yönetmen, günümüz Avrupa’sının alegorisi olarak toplumsal şiddet örgütleyen teknolojik bir fabrika tasarlamış. Bunu ‘Westworld’ veya “Flux Gourmet” (2022) ile aynı cümlede anmak mümkün olabilir. Özellikle de bu konuda birbirinin kopyası mı değil mi sorusunu sorulduğu, günümüz dijital kuşağına dair söyleyecekleri olan noktaya açılmayı beceriyor.
Bu durum ‘R.M.N.’ adının Romanya’nın fabrikalaşmış dijital çağ alegorisi olarak da yakışıyor. Aslında komünizmin fazlaca arttığı Doğu Avrupa’da Lenin’e de, Putin’e de dikkat çeken bir politik eleştiri var nihayetinde. Mungiu’nun bu duruma mesafeli yaklaşımı incelikli.
Yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa dair nihayetinde son 40 dakikasıyla vuran bir film izliyoruz. “R.M.N.” yönetmenin filmlerinin arasında en iddialı kapanış bölümlerinden birini içeriyor. 20 dakikalık belediye binasındaki plan sekansla günahlarla yüzleşme, gerçekten de oyuklarından çıkıp insan olmayı unutulan günümüz toplumuna ayna tutma açısından değerli.
Kapanış sekansında her şeyin birbirinin kopyası olmaya kaydığı, şiddetin köklendiği fabrika fikri de çok ikonik bir bitirişi duyuruyor. Elbette Peter Strickland’in başyapıtı “Flux Gourmet”si kadar yeni kuşağın “Modern Zamanlar”ı (“Modern Times”, 1936) algısında çıtayı yüksek koymuyor. Ama onunla “Beyaz Bant” (“The White Ribbon”, 2009) arasında köprü kuruyor. Biraz uzun olduğunu düşündürtüyor. Ama sinema duygusuyla kavramayı beceriyor.
‘Tchaikovsky’s Wife’: Acid koreografi çılgınlığına kaptıran Antonina biyografisi
Yahudi bir baba ile Ukraynalı bir annenin çocuğu Kiril Serebrennikov, Moskova’da avant-garde bir tiyatronun başında. Ama denemeleriyle dijital bir video klip zihnine sahip olduğunu benimsetiyor. “Leto”da (2018) ilk kez bir müzisyen biyografisine imza atmıştı. Ama yorucu bir izleme deneyimi yaşatmıştı. “Tchaikovsky’s Wife” (“Zhena Chaikoskogo”, 2022) ondan daha sinemasal ve derinlikli bir dokunuşu beraberinde getiriyor.
Artık 50’sini geçen yönetmenin Aleksei German’dan koparıp aldığı “Petrov Grip Oldu”daki (“Petrov’s Flu”, 2021) devasa kaydırmaları ciddi bir olgunluk taşıyordu. Orada onlara farklı türlerle de sinsice aşık atan bir dokunuş vardı aslında. Ama bunun ötesinde de ‘melez ve acid pandemi salgın filmi’ formülü çılgındı. Kült oynamaya oynarken bir çizgi roman estetiği de barındırıp Raoul Ruiz’le köprü kurma eğilimiyle mest ediyordu.
Bu kez 19. Yüzyıl Rusya’sına ışınlanıyoruz. Filmin ilk yarısı sanat yönetimi ve görüntü yönetimi düzgün yapılmış klasik bir bio-pic hatta dönem filmi gibi işliyor. Bu doğrultuda kurgusuna girme ve olaylara odaklanma olanağı bulunuyoruz. Bir kadının çaresizliğini hissetme şansımız fazlasıyla var.
Bildik görüntü yönetmeni Opelyants’ın katkısıyla beraber de aslında bizim girdiğimiz kaliteli bir sinemasal dünya tasviri sunuyor. Ama işin Ken Russell’ın “Yalnız Kalpler (“The Music Lovers”, 1971), “Mahler” (1974) gibi klasikleri kıvamında bir eğilim yok burada. Hatta film uzadıkça da hantallık problemi çekiyor. Hollywood usulü hale geliyor.
Fakat 70-80. Dakikadan itibaren ana karakterin cinsel fantezilerini de içeren bir çılgınlık acid kafaya çıkıyor. Yönetmenin bu ikiyüzlü dünyadan eşi kurtarma algısı var. Bu durum ister istemez de pastel renklere de kayabilen bir güncel dokunuş getiriyor. Klasik dönem filminde Sergei Bondarchuk’un “Savaş ve Barış” (“War and Peace”, 1965) gibi Tolstoy uyarlamalarının klişe destansılığına kapılarak zaman kaybediyor.
Ancak ikinci perdede adeta bir çizgi romanın alternatif kahramanı evriliyor Antonina. Bu sayede bir ‘insan’ olarak özümsenebiliyor. Bu da onu acid bir koreografinin kalıplarından kurtulmak isteyen Serebrennikov tipi getiriyor. Bu sayede “Tchaikovsky’s Wife”ın son 20 dakikada kendi saykodelik dünyasında özgün bir koreografinin peşine takılma hali dikkat çekici.
İkinci yarıya girince “Yalnız Kalpler”in Glenda Jackson’ı ile kardeşlik daha da berrak hale gelebiliyor aslında. O ana kadar “Madencinin Kızı”ndaki (“Coal Miner’s Daughter”, 1980) Sissy Spacek’in Loretta Lynn’i ile kardeşlik kurulurken…
Burada karakter Çavkoski’nin saklı eşcinselliğinden o kadar rahatsız ki kendi kimliğini ve yatak hayatını yaşayamıyor. Fantezilere girerek de işin başka boyutunu güncel kadın incelemesiyle sunuyor. Bu durum karşısında aslında “Jackie”, “Spencer”, “Anna Magdalena Bach” (1968) ile aynı paragrafta anılır hale gelebiliyor.
Ama özellikle buradaki eşin çok zavallı gösterilmesiyle feminist çevreleri karşısına alacağı muhakkak. Filmin isminin de bu duruma yol açtığı söylenebilir. ‘Antonina’ ismini kullanmamak bir dezavantaja dönüşüyor. Ama her şeye rağmen “Tchaikovsky’s Wife,” Serebrennikov’un son 10 yılda yaptıkları arasında “Petrov’s Grip Oldu”dan sonra en sinemasal filmi.