FİLMİN NOTU: 6.5
Cannes 2022’den Altın Palmiye ile dönen “Hüzün Üçgeni” (“Triangle of Sadness”), Ruben Östlund’un altıncı uzun metrajlı eseri. Adeta Bunuel, renkli döneminde “Zoolander”, “Titanic” ve “Cast Away”i birleştiren üç epizotlu bir Marx Kardeşler filmi çekmiş gibi. Denizde alabora ettiği burjuvaziye sınıfsal olarak yeniden konumlanmasını öneren çılgın bir tüketim toplumu ve kapitalizm taşlaması.
ROY ANDERSSON İLE NASIL BİR BAĞLANTI KURUYOR?
Östlund’un İsveç toplumunun alegorisini incelikli uzun planlar ve plan sekanslar yoluyla çıkardığını biliriz. Yüzde yüz başarı olmasa da dört başı mamur ilk uzunu docudrama “The Guitar Mongoloid”in (“Gitarmongot”, 2004) ardından “İstemsiz”in (“Involuntary”, 2008) yapısı müthiş bir şekilde kurulmuştu. 12 plan sekanstan oluşan minimalist film matematiksel açıdan yönetmenin kariyer zirvesine yerleşmişti. Her iki film de gizli mizah barındırıyordu.
Fakat esas hedef Andersson’un Fellini-Karusmaki arası yapısından ilkinin yerine Robert Altman’ı (“Nashville”le akraba) ekleyerek bir kesişen hayat filmi formülü yaratma çabası vardı. Mizah ise hiçbir şekilde öne çıkan ana nesne değildi. Aksine kamera genele yerleştirilerek İskandinav toplumunun soğukluğunu geride duran karakterlerle yansıttılar. Geniş açı objektiflerin detaycılığı bu sayede zirve yapabiliyordu.
‘FORCE MAJEURE’ İLE KARİYER İVMESİ DEĞİŞTİ
2011’de “Play” iyi çekilmiş mesafeli bir gençlik gerilimi olarak aslında komediden tamamen kopuş anlamına geliyordu. 2014’te “Turist”te (“Force Majeure”) gelen ‘kayak filmi’ görünümlü anti-felaket dramedisi ciddi bir şekilde zeki anlarla örülü bir ters yüz etme olarak canlanıyordu. İsmi bile ikonik olacak bir filmdi sözü geçen.
Bu nokta da özellikle “Kare” (“The Square”, 2017) ile beraber modern sanat piyasasını eleştirirken artık diyalogun çok üzerine gitmesiyle aslında yarıda kalma İngilizce konuşan karakterlerin yoğunluğu gerçekleşiyordu. Adı ‘entelektüel anların sineması’ ise konacak film ciddi anlamda ‘diyalog komedisi’ne (‘wisecrack comedy’) kayıyordu. Popülizm ve ego da devreye girebiliyordu.
CARL-YAYA İKİLİSİ KÜLT OLMAYA OYNUYOR
“Hüzün Üçgeni” (“Triangle of Sadness”, 2022) orada bıraktığı yerden alıyor. Bir iş için seçilecek Carl (Harris Dickinson) ile sevgilisi Yaya’nın (Charlbi Dean) büyük oranda ikiyüzlülük gerektiren bir yapısal olaya imza atmasına alan açıyor. Onların ‘katil aşık’tan ‘iki kafadar’a ilerleyişi ana destur olmuş.
Bu durum karşısında da biz seçimin de katkısıyla aslında “Zırtapoz”a (“Zoolander”, 2001) hiççi ve kuir cevap olarak gelen bir film izliyor izlenimi veriliyoruz. Bu sayede önceki eserdeki Altman’ın sonunda anadan üryan sahneye çıkan mankenlerle şoka sokan “Hazır Giyim”e (“Pret-a-Porter”, 1994) selam saçmaya benzer bir tutum canlanıyor.
ZAMANSIZ ŞİRKET 2009 TARİHLİ ‘TRIANGLE’ KADAR İDDİALI MI?
İlk bölüm beyaz ve mat renkler üzerine kuruluysa da diyalogları öne çıkarıyor. İkinci ‘Yat Gezsi’ bölümü ciddi anlamda bize trajikomik gözüken bir Marxist ile komünizmle ilgili göndermeleri buluşturan edepsiz bir ‘gemi komedisi’ne alan açıyor. Üçüncü bölümde ise ‘Ada’yla beraber aslında başka bir dehlize girme gerçekleşiyor. Sınıfsal bir dibi görme operasyonuna tanıklık ediyoruz.
Yönetmen burada “Hüzün Üçgeni” adlı zamansız bir şirket yaratmış. Bunun aslında somut bir yeri yok. Hatta bu durum sebebiyle ‘üçgen’ tarzı bir yapı kuruluyor. Christopher Smith 2009’da “Üçgen” (“Triangle”) ile üçgen filmi modeli yaratmıştı. Burada o kadar iddialı bir şey var mı tartışılır. Ama ciddi anlamda ikiyüzlü üst sınıf buluşmalarının orta yeri haline gelen bir film izliyoruz. İnadına her ülkeden bireyin yer alması da alegorik okumaları fazlalaştırıyor.
ALABORA EDİLMİŞ BİR GEMİ YOLCULUĞU NİYETİNE BİR FİLM
Gemideki halet-i ruhiye ciddi bir yükseliş getiriyor. O mekanın burjuvazinin alabora edilip sınıfsal konumlanmasını yeniden ayarlamak için bir metafora dönüştüğü görülüyor. Ada kısmı da bu açıdan ciddi bir ‘evsizlik’e düşmenin keskin bir alegorisi olarak alaycılığıyla işliyor. Bu düşüşte ayağa kalkma isteği ise Östlund’un zeki fikrinin metaforik cebelleşmesi olarak canlanıyor.
Bu ‘üçgen’ üzerinden yorumlanma ciddi bir alt metin sarhoşluğuna sebebiyet veriyor. Filmin tamamını adeta alabora edilmiş bir gemi yolculuğu olarak sınıfsal sorgulama niyetine izleyebiliyoruz. Bu yapısal tasarım sanat yönetiminden (Asberg) görüntü yönetimine (Wenzel) ciddi bir işçilik getiriyor. Bu durumun inceliği de bize ilk aşamada çok işliyor.
BUNUEL USULÜ KONFORMİST BURJUVAZİ SEANSLARI
Bunuel usulü konformist aile seanslarının gemiye taşınmış hallerini verdiği doyumsuz tat bize işliyor. Ancak bunun içine çoğu zaman Marx Kardeşler ve Marco Ferreri mizahı da dahil olabiliyor. Östlund’un “The Phantom of Liberty’yi (1974) akla getiren bir arayışa çıkardığını söylemek mümkün olabilir, ya da “Burjuvazinin Gizli Çekiciliği” (“Le Charme Discret de la Bourgeoisie”, 1972).
Bu nokta da aslında Groucho Marx misali beliren Woody Harrelson’ın devreye girişi hoş bir enstantane olarak devreye giriyor. Östlund artık diyalog komedisi ile tuvalet komedisi arasında gidip gelirken büyük sözler söyleyen taşlamalara imza atmaya çalışıyor. Bu sebeple de ana karakterlerinin neredeyse bu dünyada bir anda vefat edip kayıplara karışacaklarına da inanabiliyoruz.
KONUŞAN KARAKTERLERİ KOVALAYAN BİR OLGUNLUK
Bu sayede aslında burada bir anda başka bir yere geçiş ‘felaket’ motifiyle çok değişmiyor. Östlund’un çok sevdiği bu olgunun yine aktif olduğu gözüküyor. Hatta hınzırca keyfi sürülüyor. Wenzel’in kamerası ilk bölümde mat renklerin üzerinde bir işe alınma niyetine beliriyor. İkinci bölümde ise aralarda kaydırılarak aslında ‘uzun plan’dan vazgeçmiyor. Çokça da konuşan karakterleri kovalıyor.
Bunuel burjuvaziyi eleştirirken aslında sabite kamera koyup onun kaymasına fazla alan açmazdı. Ama Östlund’da biraz tam tersi olabilir. Bunun ötesinde burada ciddi bir “Titanic” (1997)-“A Night to Remember”vari (1958) bir deniz kazası da canlanıyor. Ondan sonra ise hayatta kalanlarla biz alaycı bir Ferreri usulü “Yeni Hayat” (“Cast Away”, 2002) macerası görebiliyoruz.
BUNUEL, MARX KARDEŞLER FİLMİ ÇEKMİŞ GİBİ
Östlund’un alabora etme hedefli üç epizotlu yapısı ‘tripod’ etkisi yaparak sacayağına bizi alıyor. Aristokrasi, tüketim toplumu ve kapitalizm eleştirisi yaparken çok ağır sözler söyleyebiliyor. Ama giriş bölümünün etkisini özellikle 75. dakikadan itibaren ‘üst seviye’den daha orta halliye kayabiliyor. Gemide anlık atışlarla (Groucho Marx niyetine gelen Harrelson gibi) kimi sahneler devreye giriyor. Özellikle üçüncü bölümün fazla uzatılıp 150 dakikaya bağlanması zorlama duruyor.
Ama yine de Bunuel, “Zoolander”, “Titanic” ile “Cast Away”i birleştirerek “The Phantom Liberty” usulü anarşist bir Marx Kardeşler filmi çekmiş dedirtmesi bile yetebiliyor. Filme Charlbi Dean ve Harris Dickinson damga vuruyor. Özellikle ilkinin söyledikleri ve söylemedikleriyle duruşuyla dahi ikonik olma ihtimali var! Yaya’ya dikkat! Yedinci sanatın iki kafadarları arasında bunların adını daha çok anabiliriz!