17 yönetmenin imzasını taşıyan bir corona virüs belgesi. Netflix’in ilk antolojik COVID-19 filminde özellikle Campos, Amirpour, Kawase, Sorrentino, Lelio, Gyllenhaal, Morrison ve Stewart kalitelerini ispatlayıp iz bırakıyorlar. Projenin geneline sinen ‘Nükleer Savaş-AIDS arası’ ortak hissiyat ise ağırlıklı olarak akıllı telefonla yapılan çekimlerle sunuluyor. “Homemade”, 30 Haziran’da Netflix’te başladı, hem dizi niyetine bölüm bölüm, hem de ayrı ayrı izlenebiliyor.
Sinema tarihinde uygulanan bir formül
Antolojik ya da skeçli film projeleri sinema tarihinde çokça karşımıza çıkar. Birbirinden bağımsız kısa metrajlardan oluşan bu formülün sayısız türde uygulaması olmuştur. Bu konuda sinema tarihine bakınca “Boccaccio’70” (1962), “Ro.Go.Pa.G” (1963), “Olağanüstü Hikayeler” (“Histoires Extraordinaires”, 1968) ve “Almanya’da Bir Sonbahar” (“Deutscland im Herbst”, 1978) bir çırpıda akla gelebilir. 2000’lerde ise “Paris, Seni Seviyorum” (“Paris, Je T’aime”, 2006), “Anlat İstanbul” (2005), “Tokyo!” (2008), “11 Eylül” (“11’09’’01”, 2002) gibi kayda değer antolojik filmler gördük. Bu durum da sinema tarihine damga vurmuş yönetmenlerin böylesi projelerde buluştuğunu gösteriyor.
“Homemade”de Pablo Larrain, Juan de Dios Larrain ile Lorenzo Mieli’nin yapımcılığında COVID-19’un etkisini en çok hissettirdiği Mayıs 2020’de sokak ve ev manzaraları sunan eserler izliyoruz. Aslında Santiago’dan Tokyo’ya, Glasgow’dan Berlin’e uzanan belgeler fazlasıyla değerli. Bambaşka yaşamların görsel yansımalarını hissediyoruz. İyimser veya kötümser, neşeli veya hüzünlü olması fark etmeksizin sanki ‘AIDS’den bu yana yedinci sanattaki en iddialı etkiyi bırakan ‘ölümcül hastalık’la yüzleşiyoruz. X kuşağı için AIDS neyse, Z kuşağı için de COVID-19 aynı işlevi üstlenecek gibi gözüküyor.
Campos!un anti-uzaylı filmi kareleriyle iz bırakacak
“Paris, Seni Seviyorum”daki Tom Tykwer’in kısa metrajı yönetmenin İngilizce uzun filmlerinin tamamından daha çok konuşulur. Burada da o sorumluluğu üstlenen isimler var. Açıkçası Antonio Campos, Ana Lily Amirpour, Naomi Kawase, Paolo Sorrentino, Rachel Morrison, Sebastián Lelio, Maggie Gyllenhaal ve Kristen Stewart; bu yeni salgın için iyi ve yaratıcı eserler bırakmışlar. Bunu çok erken yaparak da kumaşlarını kanıtlamışlar.
Campos, Amerikan bağımsız sinemasından son yıllarda çıkan en yetenekli yönetmenlerden. Burada onun işlevsiz bir ailenin ‘uzaylı istilası’na sürüklenme korkusu üzerine New York’un sayfiyesinden, Springs’ten bakışı gerçekten çok çarpıcı. Kariyerindeki ‘rahatsız edici gerilim’, ‘retro doku’, ‘tekinsiz gerçekçilik’, ‘canlı ölüm’ ve ‘yabancılaşma’yı birleştiren ‘özgün zamansızlık’ burada da var. Alternatif besteler ise bu hissiyatı destekliyor.
‘Annex’, yönetmenin 2007’de mortgage krizinin insanları intihara sürüklemesini ele aldığı kısası ‘The Last 15’ ile kardeş filmler. Orada sürekli beraber çalıştığı Sean Durkin görüntü yönetmeniydi, burada is Brady Corbet. Her ikisi de projelere bir profesyonellik katıyorlar.
Film, John Sayles’in devrimci siyahi uzaylı istilası filmi “The Brother from Another Planet”ı (1984) ile Nükleer Savaş fonlu kıyamet filmi klasiği “Kumsalda”yı (“On the Beach”i, 1959) birleştiriyor. Campos’un uzun metrajlı kariyer zirvesi “Okul Çıkışı”ndan (“Afterschool”, 2008) sonra en vurucu eserine dönüşüyor.
Amirpour'dan Los Angeles sokaklarında etkin Covid-19 kareleri
Ana Lily Amirpour’un başrolünde kendi oynadığı kısasında ise Cate Blanchett, anlatıcı sesi olarak gelmiş. Hollywood Bulvarı’nın çevresindeki boşaltılan sokakların yol açtığı yabancılaşma çok iyi yansıtılıyor. Etkileyici kısa film, Richard Matheson’ın 1964’te “Hepimiz Vampiriz” (“The Last Man on Earth”), 1971’de “Tek Adam” (“The Omega Man”) ve 2007’de “Ben Efsaneyim” (“I Am Legend”) uyarlamalarına sahip meşhur eserinin feminist COVID-19 şubesine dönüşüyor. ‘Dünyada kalan son insan’ modeli iddialı kareler bırakıyor geriye.
Yönetmenin İngilizce kariyerinde hiç de iyi gitmediği düşünülürse burada bisikletin önüne yerleştirilen balıkgözü objektif ve drone kullanımı çok etkili bir kıyamet paranoyası getiriyor. Pawel Pogorzelski görüntü yönetmeni olarak farkını gösteriyor. Adeta yalnızlığa sürüklenmenin sinemasal karşılığını bulabilen bir işçilik var. Blanchett de bu belgeyi büyülü hale getiriyor.
Kawase'nin 'Hayat Ağacı'na cevabı
Naomi Kawase’nin ‘Son Mesaj’ adlı kısası da aslında pencereye yazılmış adıyla başlıyor. Sonrasında havaalanı, bahçe ve evden bellek parçalarını üzerimize adeta ‘hip-hop kurgu’ hızıyla gönderiyor. Ücra köşede, önlemlerin arttığı Japonya’da özellikle sosyal mesafeyle ve gizli çekilmesiyle etkili bir psikolojiye sokuyor.
Chris Marker, Alain Resnais gibi yönetmenlerin işlerini akla getiriyor. Japon sinemacının her zaman modern sinemanın ustalarına atıfta bulunmasına yeni bir payda ekleniyor böylece. Özellikle açılış ve kapanış iz bırakıyor. Devamlılık kurgusu ve hızlı ritimle birlikte adeta bir COVID-19 paralel evren vurgusuna kayılıyor. ‘Son Mesaj’, bu toplamanın “Hayat Ağacı” (“The Tree of Life”, 2011) olarak anılabilir.
Lelio ve Sorrentino'nun umut tazeleme becerileri
Şilili Lelio’nun köşeye itilmiş bir anti-kahramanın gözünden imece usulü filmi de dokunaklı. Onun evde hapsolmuşken söylediği şarkılar bizi tek mekanda geçen gerçekçi bir müzikale götürüyor. Bunun ötesinde de adeta bir mücadeleye tanıklık ediyoruz. Onunla özdeşleşmeye girmekten başka çaremiz kalmıyor. Marina (“Muhteşem Bir Kadın”) ve Gloria’nın (“Gloria”) anlık müzikal performansları burada kısa film bütününe dönüşen bir kardeş buluyorlar. Amalia Kassai, bu karakteri çok iyi oynuyor.
Sorrentino’nun ise Kraliçe Elizabeth ile Papa’nın yüzleşmesini onların oyuncaklarıyla ya da ‘action figure’leriyle devreye sokması çok eğlenceli. Bu durum adeta “Marwen”e (2019) COVID sonrasının cevabı gibi. Filmin finali “Amélie”nin (“Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain”, 2001) nostaljik müzik kutusu ve bahçe süsleriyle ilişkisini hatırlatıyor. Fransızca ismiyle de başroldeki ikiliye gece boyu yolculuk diliyor!
İtalyan yönetmen kıvrak zekasını konuşturmuş. Bunun altını da “İki Papa” (“The Two Popes”, 2019) ve ‘The Crown’ gibi Netflix işlerine gönderme yaparak dolduruyor üstelik. Seçkinin en iddialı komedi filmi…
Yönetmenlik yapmayanlar da parlayabiliyor
Oscar’a aday olan ilk kadın görüntü yönetmeni unvanını elinde bulunduran mesleğinin yetkin ismi Rachel Morrison’ın şiir gibi kısa belgeseli ‘The Lucky Ones’ da görmezden gelinmemeli. ABD’deki evinde çocuklarının fotoğrafları ve görüntülerini üst üste kurgulamış. Görüntü yönetmeni olarak filmlerin önüne geçen bir isim olarak yetkinliğini nostaljik tat bırakarak ispatlıyor Morrison. Estetik ise Chris Marker’ı çokça andırıyor. Ailenin en küçük bireylerine 4 dakikalık şiirsel bir belge bırakıyor.
Maggie Gyllenhaal, ‘Penelope’de Peter Sarsgaard’ı ağaçlarla ve teknolojik aletlerle cinsel ilişkiye giren bir adam olarak tasarlıyor. Onun ormandaki yalnızlığına solgun renkler ve koyu yeşil çim çok şey yüklüyor. Adeta 70’lerden “Tess” (1979)-“Picnic at Hanging Rock” (1975) arası bir görsel yapı var. Bu duruma ulaşırken de radyo seslerinin yarattığı kıyamet sonrası paranoyası ‘dönem filmi’ olarak yansıyor.
Kristen Stewart’ın ‘Crickets’ adlı eseri, 2017’de ‘Come Out Swim’le de bir dilin peşine koşan oyuncunun yönetmenlik kumaşını belli eden ikinci yer. Oradaki Japon Shin’ya Tsukamoto etkisi buraya da yansıyor. Yüz yakın planının kesik gösterildiği ve ‘tutsaklık’ olgusunu yeşerten bir çeşit hayatta kalma filmi izliyoruz. Sonundaki cırcır böceklerinin sesleriyle de sosyetik Los Angeles’a adeta parmaklıkların ardından ‘bedensel korku’ eğilimli melankolik bir bakış var. Stewart, uykusuzluk hastalığının psikolojik sancılarını yansıtma şekliyle, sıçramalı kurguyu dengeli kullanmasıyla etkiliyor.
Özel hayat belgesine çevirenler var
“Homemade”in çıkış noktasına ‘mizahi’ ve ‘dramatik’ bakanlar olmuş. Bu açıdan gözlemleme şekilleri değişkenlik gösterebiliyor. Ama bazı yönetmenler ev videosunun ötesine gidememiş. Aşırı kişiselleştirmenin ve aceleciliğin mağduru olmuşlar. Her zaman belli bir seviyenin sözünü veren Şilili Larrain, ‘Son Arama’ adıyla bir zoom konuşmasını kaydederek hayal kırıklığı yaratıyor. Ona Schipper evde yatağında kendi kendine konuşmasını ‘kimlik bölünmesi’ niyetine koyarak eklenirken, Nyoni de Whatsapp konuşmalarını anlamsız bir şekilde yerleştirmiş. Mackenzie, Chadha ve Ma ise aileleriyle gerçekçi yaşamlarını post-prodüksiyona sokmadan öylesine önümüze çıkarmışlar.
Fransa’da yaşayan Malili Lady Lj ise kendi mahallesinde ilginç drone görüntüleri sunup Amirpour’un gözlem düşüncesini Fransa’ya çevirmiş. Ama kıyamet algısı açısından yaratıcı kareler değil gerçekçilik bırakıyor. Meksika’dan Beristain de ona eklenip sokak kültürü temsili sunmakla kalıyor. Aynen Lübnanlı Nadine Labaki-Mouzanar ikilisi gibi... Onların gözünden sıkıntı çekmiş bir kızın görüntüsü ucuz bir ‘fotoğraf negatifi’ olarak tamamlanıyor. Ama iki çocuk portresi sunan Rachel Morrison’ın kısası ‘The Lucky Ones’ kadar sinemasal bir çalışma izlemiyoruz.
Genel anlamda nasıl sinemada 1. Dünya Savaşı, 2. Dünya Savaşı, Nükleer Savaş, Soğuk Savaş ve AIDS sonrası dönemlerde filmler üretildiyse burada da öyle bir ciddiyet var. Kıyametin ve salgının küresel olmasıyla birlikte de aslında sinemasal karelerin özgünlüğü ortaya çıkıyor.
“Homemade”, sanki ‘Nükleer Savaş-AIDS arası’ bir ortak hissiyat yaratma çabasıyla değerli bir belge. Genel hasada bakınca Şili’den Lelio’nun Larrain’i kolaylıkla alt etmesi şaşırtıyor. Özellikle Rachel Morrison, Maggie Gyllenhaal ve Kristen Stewart gibi ciddi yönetmenlik deneyimi olmayan isimlerin başarısı ise alkışı hak ediyor.
17 kısa filmin sıralaması
- Antonio Campos: 7.8
- Ana Lily Amirpour: 7.5
- Naomi Kawase: 7.2
- Paolo Sorrentino: 7
- Maggie Gyllenhaal: 7
- Rachel Morrison: 7
- Sebastian Lelio: 6.9
- Kristen Stewart: 6.6
- Ladj Ly: 5.6
- Natalia Beristain:5
- Johnny Ma: 4.2
- David Mackenzie: 3.8
- Nadine Labaki-Khaled Mouzanar: 3.3
- Gurinder Chadha: 3.1
- Rungano Nyoni: 3
- Sebastian Schipper: 3
- Pablo Larrain: 2.5