Türkiye fırtınaların estiği bir ülke. Her gün yeni bir gündem oluşuyor ve bizi de arkasından sürüklüyor. Eğer, İsrail saldırısı olayı gerçekleşmeseydi, bugün bütün manşetler Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Lideri Mesud Barzani’nin Ankara ziyaretiyle kaplı olurdu. Ne yazık ki, ikinci derecede kaldı. Oysa, 6 yıllık son derece inişli çıkışlı ve sert sürtüşmelerle dolu bir süreçten sonra gelen bu ziyaret, son derece önemli. Bizde bazı çevreler nedense Mesud Barzani’ye kızarlar. Sözüne güvenilemeyeceğini söylerler. Oysa tam aksine, Barzani ne düşündüğünü çok açıkça söyleyen ve oyun oynamayan bir kişiliğe sahiptir. Bizler, söylenenleri beğenmediğimiz zaman, hemen “Türk düşmanı” damgasını vurup başımızı kuma sokma alışkanlığımızdan dolayı, Barzani’yi öteleriz.
Ankara’nın Kuzey Irak liderini karşılama şekli, jestleri, görüşmelerde yapılan konuşmalar, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Başbakan Erdoğan tarafından kabul edilmesi, karşılıklı verilen mesajlar, Türkiye’nin Kuzey Irak Kürtleriyle barış yapmak istediğini açıkça göstermektedir. Bütün bu gösteriye karşılık, Ankara’nın ve daha da önemlisi kamuoyunun beklentileri de var. En başta da, Barzani’nin gerekiyorsa, PKK ile savaşıp, terörist grubu Kandil Dağı’ndan söküp atması gelir. Peki, acaba bunu beklememiz gerçekçi mi? Barzani’den eline silah alıp, Türkiye adına Kandil Dağı’na saldırmasını ve PKK ile savaşmasını beklememeliyiz. Ne kadar hoşlanmasa, Kuzey Irak Kürtlerinin çıkarlarına ters düşse dahi, Kürtler arası savaş anlamına gelecek olan böyle bir beklenti içine girmemeliyiz. Buna karşılık, PKK’nın elini kolunu sallayarak Kuzey Irak’ta dolaşmaması için önlemler almalarını beklemek ise hakkımızdır. Bunu da ancak birlikte atılacak adımlarla gerçekleştirebiliriz.
Türkiye -istediği kadar aksini söylesin- artık Kuzey Irak Kürtlerini açıkça tanımıştır. Barzani’nin bu ziyareti bir İLK’i oluşturmuştur. Açılım açısından da son derece doğru ve zamanlı bir ziyaret sayılmalıdır.
Milli Görüş-Gülen çatışması...
Fethullah Gülen hareketi ile Milli Görüş hareketi arasındaki yaklaşım farkı, hiç beklenmedik şekilde ortaya döküldü. Milli Görüşçüler çok memnunlar. Konuştuklarım “Fena bir gol attık” diyorlar. Golü de Gülencilerin kalesine attıklarını söylüyorlar. Baktım da, gerçekten Gülen ekibi rahatsız.
Tam Türkçe Olimpiyatları gibi dev bir organizasyonun ortasındayken ortaya çıkan Mavi Marmara gemisi, tüm gösterilerin ikinci plana düşmesine neden oldu. Onca çaba, boşa gitmedi ancak gereken medya ilgisini toplayamadı. Gülen cemaati Milli Görüşçülerin bu kampanyalarını da oldukça net şekilde eleştiriyor. Hele Fethullah Gülen’in, Amerikan Wall Street Journal’daki söyleşisi, bunun en tipik örneği. Gülen ekibi, Milli Görüşçüleri kaba ve İslam’ı kullanarak, sırf kendi propagandalarını yapmak için abartılı bir gösteri peşinde koşmakla suçluyorlar. “Biz de Gazze’ye, hem de yıllardır muazzam yardım yolluyoruz. Amacımız Gazzelilere insani yardım yapmak olduğu için, BM aracılığı ile ve normal yollardan götürüyoruz” diyen, Gülen’e yakın bir isim, Milli Görüş’ü Türkiye’nin başına dert açmakla suçluyordu.
Gülen’in söyleşisi de hemen hemen aynı çizgide. Doğrusu ben şaşırdım. Toplumda öylesine bir duygu kabarması var ki, bu ortamda Gülen’den böyle bir eleştirinin gelmesi, çok anlamlı. Gülen, kendini son derece farklı bir yere koyuyor ve aşırı İslamcılığın en etkili muhalifi olacakmış gibi bir izlenim veriyor. Çok dikkatle dinlenmesi ve bazı dersler alınması gereken uyarılarla dolu bir söyleşi...
Bu çocuğun, gemide ne işi vardı!
Osıcak günlerde olayın üstüne gitmek istemedim. Şimdi biraz rahatladığımız için, içimde kalan bir noktaya değinmek istiyorum.
Hatırlayacaksınız, o sıcak günlerde TV’lerde ve gazetelerde acıklı bir dille gösterilen, 1.5 yaşındaki Türker Kaan Çetin adlı yavrucuğun, babası Başmühendis Ekrem Çetin’in kucağındaki resimleri hepimizin kalbini burkmuştu. İsraillilerin saldırısına uğrayan gemideki bu çocuğun hikayesi, İsrail’e karşı eleştirilerin dozunu da arttırdı. Ancak kimse, “Bu çocuğun o gemide ne işi vardı?” diye sormadı.
Gerçekten, bu çocuğun orada ne işi vardı? Ekrem Çetin’in, hem eşini hem de yavrusunu böylesine tehlikeli bir seyahate çıkarmaması gerekmez miydi? Eminim, baba Çetin bütün iyi niyetiyle hareket etmiştir. Belki de böylesine bir tehlikeye gittiğini bilemeden yola çıkmıştır. Ancak ne olursa olsun, son derece hata ettiğini de kabul etmeli ve bir daha da böyle bir maceraya ailesini sürüklememeli.
Koca Kafalar hepimizi mutlu ettiler...
Koca Kafalar bütün sezon boyunca, Kanal D’de her akşam Ana Haber öncesinde karşımıza Baba Haber’le çıktılar. Son derece güç bir iş yaptılar. Zira haberlerle inceden inceye alay etmek çok zordur. İnsanları güldürelim derken, bir de bakarsınız tepki almışsınız veya nabzı ters tutar ve başınızı derde sokarsınız. Koca Kafalar’a hepiniz adına teşekkür etmek istiyorum. Zira onları en çok ben, her akşam, sıramı beklerken, keyifle skeçlerindeki esprileri, bana attıkları taşları, diziler ve siyasileri alaya alışlarını kahkahalarla izledim.
Sezonu kapattılar ve bıraktıkları boşluk açıkça orada kaldı. Her akşam hâlâ onların koca kafalarını arıyorum. Akıllı ve zeki esprileriyle hayatımızı renklendirdiler. Sağ olun çocuklar. Yeni sezonda buluşmak üzere...
Benan, Mehmet’i kocalığa kabul etti
Benan Kepsutlu, geçen hafta sonu evlendi. Medyadaki haberlere baktım “Mehmet Sümer, Benan Kepsutlu ile evlendi” diye başlıklar atılmış. Ben aynı fikirde değilim. Bence Benan, Mehmet’i kocalığa kabul etti. Şaka bir yana, birbirine yakışan bir çift oldular. Benan, medyamızın Christiane Amanpour (Amerikalı savaş muhabiri) çapındaki genç isimlerinden biridir. Kanal D’nin yıldızıydı. İşini en iyi şekilde yapan, birinci sınıf bir muhabir.
Mehmet, ağırbaşlılığı, bilgisi ve güzel duruşuyla medyanın kapıştığı bir isim. Nikah şahitleri, kısa bir süre öncesine kadar basın sözcülüğünü yaptığı Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım ve Asbaşkanı Ali Koç idi. Benan’ın şahitleri ise, medyadandı. Ben, Ayşenur Aslan ve Yiğit Bulut imzaları bastık, gitti.
Milliyet 60 yaşında...
Ben Milliyet’te doğdum. 1964 yılında ilk adımlarımı orada attım ve geçenlerde de 60’ıncı yaşını kutladık. Benim de kısa süreli genel yayın yönetmenliğini, Orhan Duru ile birlikte yürüttüğümüz Milliyet’in hayatımdaki yerini herhalde tahmin edersiniz. Aydın Doğan’ın da gözleri pırıl pırıldı. Aydın Bey’in medyada doğuşu da Milliyet’te olmuştu. Sami Kohen’in 50’nci yılında hâlâ dimdik olması ve hepimize ders veren çalışmalarını sürdürmesi de hepimizi çok mutlu etti. Nice yıllara Milliyet...
Hürriyet okurları ‘32. Gün’e Oscar’ını verdi...
Ne kadar keyifliyim bilemezsiniz. Hürriyet Gazetesi’nin 37 yıldır düzenlediği Altın Kelebek ödülleri, bir nevi Türk Oscar’ıdır. Tamamen okurlar tarafından verilen oylarla seçilirsiniz. Araya kimse girmez. İki defa oy veremezsiniz. İnternet ortamında kullanılan oylar gerçeği gösterir.
Bu ödüllerin ilk adı Simavi Ödülleri idi. İlkini de 1986 yılında almıştım. 32. Gün haber programının 25’inci yaş gününde bu ödüle layık görülmesi çok önemliydi.
Rıdvan Akar ve Utku Başar ile birlikte aldık. Mehmet Polat ve Önder İnce başka işte oldukları için katılamadılar.
Tahmin edebileceğiniz gibi, 32. Gün benim malım değil. Eğer bugüne kadar geldikse, 25 yıldır bu programa çok isim katkıda bulundu. Ödülü aldıktan sonra onları da unutmadık. Hepsine teşekkür ettik:
Ali Kırca (kuruculardan), Can Dündar, Deniz Arman, Mithat Bereket, Çiğdem Anad, Cüneyt Özdemir, Banu Acun, Brüksel: Ahmet Sever, Moskova: Cenk Başlamış, Atina: Reha Muhtar, Coşkun Aral-Savaş Ay (özellikle İran-Irak Savaşı ve Lübnan İç Savaşı’ndaki katkılarıyla).
Kamera arkasında; Musa Çözen, Bülent Çaplı, Talip Korkmaz, Mehmet Polat. Yöneticilerimiz; Dilek Dündar, Aslı Öymen, Nimet Demir.
2