Henüz 20 yaşında. Türkiye Kadınlar Basketbol Ligi’nin ilk işitme engelli sporcusu. Ama asıl engeli, toplumdaki ön yargılar ve fırsat eşitsizliğiydi. O yılmadı. Gencecik yaşına rağmen tüm bu engelleri aşarak müthiş başarılara imza attı. Olimpiyat 5.’ciliği, U20 Avrupa Şampiyonluğu, U21 Dünya 4.’cülüğü… Üstelik Adidas’ın dünya çapında yürüttüğü “Impossible Is Nothing” kampanyasının da Türkiye’deki kampanya yüzleri arasında yer aldı. Onun deniz gibi o masmavi gözlerine bakıp da hayallerini, hırsını, başarma arzusunu görmemek mümkün değil. Başarıları saymakla bitmiyor ama ona sorarsınız tüm bunlar onun için daha başlangıç. Müthiş bir adanmışlık ve özverinin hikâyesi onun ki. İşte huzurlarınızda Çağla Nur Uzundurukan.
Başarıya giden yolda engellere rağmen kendisini her daim engelleri aşmaya adamış Çağla. Antrenörü Davut Güngör ve Dostluk Spor Kulübü başkanları Mahmut Güngör ve Emin Kızılay ile aralarındaki enerji bir ekip olmaktan çok daha ötesi, adeta bir aile olmuşlar. Sohbetimizi Çağla’nın ‘yuvam’ dediği Dostluk Spor Kulübü’nde gerçekleştirdik. Bu salona gelince ve yuvayı yuva yapanları tanıyıp, o sıcacıklığı hissedince onun neden ‘yuva’ dediğini çok daha iyi anlıyorsunuz.
Saniyelerle kazanılan o maçların arka planında akıl almaz bir özveri, emek ve fedakârlık var. Bir insan o saniyeler için ne kadar zamanını harcayabilir? Kaç gün, hafta, ya da yıl… Çağla için bu sorunun yanıtı bir ömür. Onun bugün elde ettiği başarılar, o bir ömürlük mücadelenin sonuçları. Peki, bu başarı hikâyesi nasıl başladı? Arka planında ne gibi yaşanmışlıklar var. Gözlerimin dolmasına engel olamadığım anlar olsa da, bolca kahkaha attığımız hikâyesini Çağla Nur anlattı. Ben dinledim.
-Elde ettiğin başarılar saymakla bitmiyor. Kariyerinde Olimpiyat 5.’liği, U20 Avrupa Şampiyonluğu, U21 Dünya 4.’lüğü gibi çok çarpıcı başarılar var. Avrupa Şampiyonası’nda en iyi beş oyuncu arasına girdin ve pek çok kez sayı kraliçesi seçildin. Genç yaşına rağmen dolu dolu ve sayısız başarı ile geçirilmiş bir ömür var karşımda. Başarılarını ve hikâyeni, bir de senin ağzından dinlemek isterim Çağla?
- Bunları yaşayan biri olarak bir de sizin ağzınızdan dinlerken yeniden büyük heyecan duydum ve gerçekten yeniden gururlandım. Bu başarılara ulaşmak, kendimi fark edilir kılmak, varlığımı yansıtmak kolay değildi tabii. Bu işin başlangıcından itibaren çok zor, yorucu yollardan geçtim. Benim, için en büyük yol ayrımı Dostluk Spor’da oynadığım dönemde başladı. Aile gibi bir ortamda mütevazı ama mücadeleci bir ekip olmanın yanı sıra hayallerime ulaşabilecek şanslar elde ettim.
9 yaşından beri aralıksız basketbol oynuyorsun. Gözlerini basketbol ile açmışsın. Basketbola olan tutkun çocukluk yıllarında mı başladı?
-
Engelli bireylerin sorunlarına, çözüp üretmek için engelli olmayı deneyimlemek gerekmiyor. Engellilik, hayatın bir gerçeğiyken ve aslında hepimiz birer engelli adayıyken, duyarlılık dediğimiz şey de yalnızca bir güne ya da haftaya sıkıştırılan etkinlik, birkaç özlü söz ve satırdan çok daha fazlasını ifade ediyor. Yalnızca bakış açımızı değiştirmemiz yeterli olabiliyor bazen. Bakış açısıyla büyük bir duyarlılık örneği gösteren bir isimden bahsedeceğim bugün sizlere, Kanal D Ana Haber muhabiri İbrahim Konar’dan.
Geçtiğimiz yıl “Kes Tıraşı Al Sandalyeyi” sloganıyla yola çıktı. Tekerlekli sandalye bağışlayanların saç tıraşını, bizzat kendi elleriyle yaptı. Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği ile çıktığı yolda ihtiyaç sahiplerine 18 tekerlekli sandalye bağışlanmasını sağladı. Ama bununla yetinmedi. Bu kez de sosyal medyada yaptığı canlı yayınlarla engelli bireylerin yüzünü güldürdü. Televizyon ekranlarında ses getiren pek çok habere imza atan İbrahim Konar, haberciliğinin yanı sıra yürüttüğü sosyal sorumluluk projeleriyle de örnek oluyor.
Instagram canlı yayınlarıyla engellere çare oldu
Günümüzün en etkili iletişim araçlarından biri, şüphesiz ki sosyal medya. Kısa sürede kitlelere ulaşabilen bu gücü, kişisel bir kazançtan öteye taşıyabilmek ise bambaşka bir duyarlılık örneği. Instagram’ın birkaç ay evvel uygulamaya koyduğu ve canlı yayınlardan gelir elde etmeyi mümkün kılan ‘rozet uygulaması’ Türkiye’de ilk kez İbrahim Konar’ın hesabında aktif oldu. Konar, bu fırsatı hem bir farkındalık oluşturmak hem de engelli bireylerin ihtiyaçlarına, sorunlarına çözüm üretmek için kullandı. “Sosyal Medya’dan Sosyal Hayata” sloganıyla Engelsiz Yaşam Vakfı işbirliğiyle yola çıktı. İki ayı aşkın süre boyunca, iş ve sanat dünyasının önemli isimleri başta olmak üzere uzman konuklar ve sosyal medya fenomenleriyle de birbirinden farklı birçok söyleşi gerçekleştirdi. Bu söyleşilerden elde edilen gelirle de ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak üzere 50 tekerlekli sandalye bağışı sağlandı.
Tekerlekli sandalyeler sahiplerine ulaştı
Bende bu vesileyle geçtiğimiz gün Engelsiz Yaşam Vakfı’nda düzenlenen töreni ziyaret ettim. Önceki yıllarda büyük organizasyonlar düzenlenirken, bu yılki tören salgın kurallarına uygun olarak sınırlı sayıda katılımcı ile gerçekleştirildi. Törende, vakfın yönetim kurulu üyelerinin yanı sıra vakfın en büyük destekçilerinden iki isim Yılmaz Morgül ve Hilal Özdemir de vardı. Törenin ardından da elli adet tekerlekli sandalye ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmak üzere yola çıktı.
Engelli bireylerin sorunlarına, çözüp üretmek için engelli olmayı deneyimlemek gerekmiyor. Engellilik, hayatın bir gerçeğiyken ve aslında hepimiz birer engelli adayıyken, duyarlılık dediğimiz şey de yalnızca bir güne ya da haftaya sıkıştırılan etkinlik, birkaç özlü söz ve satırdan çok daha fazlasını ifade ediyor. Yalnızca bakış açımızı değiştirmemiz yeterli olabiliyor bazen. Bakış açısıyla büyük bir duyarlılık örneği gösteren bir isimden bahsedeceğim bugün sizlere, Kanal D Ana Haber muhabiri İbrahim Konar’dan.
Geçtiğimiz yıl “Kes Tıraşı Al Sandalyeyi” sloganıyla yola çıktı. Tekerlekli sandalye bağışlayanların saç tıraşını, bizzat kendi elleriyle yaptı. Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği ile çıktığı yolda ihtiyaç sahiplerine 18 tekerlekli sandalye bağışlanmasını sağladı. Ama bununla yetinmedi. Bu kez de sosyal medyada yaptığı canlı yayınlarla engelli bireylerin yüzünü güldürdü. Televizyon ekranlarında ses getiren pek çok habere imza atan İbrahim Konar, haberciliğinin yanı sıra yürüttüğü sosyal sorumluluk projeleriyle de örnek oluyor.
Instagram canlı yayınlarıyla engellere çare oldu
Günümüzün en etkili iletişim araçlarından biri, şüphesiz ki sosyal medya. Kısa sürede kitlelere ulaşabilen bu gücü, kişisel bir kazançtan öteye taşıyabilmek ise bambaşka bir duyarlılık örneği. Instagram’ın birkaç ay evvel uygulamaya koyduğu ve canlı yayınlardan gelir elde etmeyi mümkün kılan ‘rozet uygulaması’ Türkiye’de ilk kez İbrahim Konar’ın hesabında aktif oldu. Konar, bu fırsatı hem bir farkındalık oluşturmak hem de engelli bireylerin ihtiyaçlarına, sorunlarına çözüm üretmek için kullandı. “Sosyal Medya’dan Sosyal Hayata” sloganıyla Engelsiz Yaşam Vakfı işbirliğiyle yola çıktı. İki ayı aşkın süre boyunca, iş ve sanat dünyasının önemli isimleri başta olmak üzere uzman konuklar ve sosyal medya fenomenleriyle de birbirinden farklı birçok söyleşi gerçekleştirdi. Bu söyleşilerden elde edilen gelirle de ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak üzere 50 tekerlekli sandalye bağışı sağlandı.
Tekerlekli sandalyeler sahiplerine ulaştı
Bende bu vesileyle geçtiğimiz gün Engelsiz Yaşam Vakfı’nda düzenlenen töreni ziyaret ettim. Önceki yıllarda büyük organizasyonlar düzenlenirken, bu yılki tören salgın kurallarına uygun olarak sınırlı sayıda katılımcı ile gerçekleştirildi. Törende, vakfın yönetim kurulu üyelerinin yanı sıra vakfın en büyük destekçilerinden iki isim Yılmaz Morgül ve Hilal Özdemir de vardı. Törenin ardından da elli adet tekerlekli sandalye ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmak üzere yola çıktı.
Tam kapanmayı duyup şehirden kaçanların kilometrelerce araç kuyrukları, içki yasağını duyanların uzun uzun alkol kuyrukları, hınca hınç dolu marketler ve son olarak Beşiktaş’ın şampiyonluk kutlamalarındaki o, akla ziyan manzaralar derken eğrisiyle doğrusuyla bir tam kapanmanın daha sonuna geldik. 17 gün süren tam kapanmanın ardından bugün, kademeli normal hayatlarımızın ilk gününe ‘merhaba’ deme vakti.
Hayaller vs. hayatlar
Dünyayı gezme, kumsallarda güneşlenme hayalleri kurarken mahalledeki market, fırın ve manava kaldığımız, kimimizin çöp atmaya giderken bile heyecan duyduğu, kimimizin kendini iyi hissetmek için markete giderken en güzel kıyafetlerini giydiği, evde kalan milyonlarca insanın pijamalarıyla adeta bütünleştiği iki haftalık zor bir süreçti. Velhasıl kelam hepimiz topluca delirmeden tam kapanma süreci sona erdi. Şimdiyse sıra, bir sonraki aşamada yani kısmi özgürlüklere sahip olabileceğimiz, en azından biraz olsun güneşin ve temiz havanın tadını çıkarabileceğimiz ‘kademeli normalleşme’ sürecindeyiz. Elbette fazlasıyla sıkıldık, bunaldık fakat bu süreci sabrımızın meyvelerini alabileceğimiz kısıtlamasız bir döneme geçiş için basamak olarak görmek ve bu doğrultuda hareket etmek şart.
Kafalar bir hayli karışık
Kapanıyoruz, açılıyoruz, tam kapanma, kısmi kapanma derken bir gün sonra ne olabileceğine yönelik en ufak bir fikrimiz yok. Hal böyle olunca koronavirüs sürecinin yarattığı belirsizlik duygusu ile mücadele etmek en az virüsle mücadele kadar güç hale geldi. Eski hayatımızda aylar önceden yapılması planlanan pek çok şey şimdilerde imkânsız. Yarınımızın dahi ne olacağını bilmezken, aylar sonrası için planlar yapmak artık işten bile değil. Tüm bunlar bir araya geldiğinde defalarca ertelenen evlilik planları, ötelendikçe ötelenen tatil planları derken hissedilen korku ve belirsizliğin yarattığı kaygı günden güne derinleşiyor.
Ruhumuzu iyileştirmeye odaklanmalı
Şimdilerde herkes, kapanma sürecinde aldığı fazla kiloları vermek için spor salonlarına, görünüşünü değiştirip iyi hissetmek için güzellik merkezlerine ve alışveriş merkezlerine akın edecek belki ama bana kalırsa asıl odaklanmamız gereken nokta, kapanma döneminin akıl ve ruh sağlığımızdan götürdükleri olmalı. Yani ilk istikamet psikologlar olsa hiç de fena olmaz diyebilirim. Evet, kimse delirmeden tam kapanma süreci sona ermiş olsa da koronavirüs döneminde uygulanan evlere kapanmalar, toplumun büyük bir kısmını potansiyel ruh hastalarına dönüştürdü. Bastırılmış gelecek kaygıları, yalnızlık duygusu, özgürlüklerden mahrumiyetin vermiş olduğu birikmiş öfkeyle trafikte, toplu taşımada, iş yerinde, sokakta… Kimsenin birbirine en ufak bir tahammülü yok. Belki de hep pandemi sürecini konuşuyoruz ama pandemi sonrası da konuşulacak pek çok şeyimizin olacağı kesin. 2 yılda tamamen değişen alışkanlıklarımız, tepetaklak olan yaşamlarımız ve tüm bunların içimizde yarattığı hasar pandeminin bitişi ile buhar olup uçacak gibi görünmüyor.
Güzel günlere bir adım daha yaklaştığımız yeni haftada sağlık, neşe ve huzur sizlerle olsun.
“Sonuçta bunu insanlar için yapıyorsak sorun yok değil mi? Onlar hayvanlardan çok daha üstün Ay’a bile gittiler.” Bir cümle ile insan olmaktan utanılır mı? Evet utanılır. İşte bugün biraz utançlarımızdan söz edelim, utançlarımızla yüzleşelim.
Güzellik uğruna hiçbir hayvan ölmemeli
Son günlerde, pek çok sosyal medya kullanıcısı tarafından #saveralph hashtag’i ile paylaşılan ve kısa sürede büyük bir yankı uyandıran ‘Save Ralph’ Türkçe tabiriyle ‘Ralph’i Koru’ adlı kısa filme mutlaka rastlamışsınızdır. Kısaca özetlemek gerekirse filmde, Ralph adındaki bir tavşanın kozmetik firmalarının uyguladığı dermatolojik testler sırasında sağ gözünü nasıl kaybettiğini, bedeninin, uygulanan kimyasal maddeler karşısında nasıl zarar gördüğünü bizzat kendisinden dinliyoruz. Son yıllarda, dünyaca ünlü kozmetik markalarının, hayvanlar üzerinde uyguladığı işkenceye varan uygulamaları anlatan ve kısa sürede çok büyük bir kesimi yakalamayı başaran bir animasyon. Verilen mesaj net. Ne tavşanların, ne kedilerin ne de farelerin kısacası dünya üzerindeki hiçbir hayvanın görevi, insanların güzellik algılarına ve daha güzel olmak için harcadıkları çabaya ya da dünyaca ünlü markaların sermayelerine sermeye katlamalarına hizmet etmek değil. Çünkü bizler güzellik öğretilerimizi ve alışkanlıklarımızı nesilden nesile aktarırken bu uğurda hayvanlarda nesilden nesile ölmeye devam ediyor.
Bu ne yaman çelişki
Bu animasyonun birincil amacı, toplumda farkındalık yaratabilmek. Ve yapılan paylaşımlara şöyle bir bakılırsa herkes farkında gibi görünüyor. Tabi bu biraz da farkındalıktan ne anladığımız ile ilişkili. Fakat şu bir gerçek. ‘Bakın ben duyarlıyım’ izlenimi yaratabilmek için Instagram hikâyesinde, Save Ralph videosunu ‘izleyin’ etiketiyle paylaşıp, aradan yalnızca on dakika geçtikten sonra, ürünlerinin test aşamaların hayvanları denek olarak kullanan bir markaya önce bir güzel övgüleri sıralayıp, üzerine link bırakıp ‘Yukarı kaydırın’ demek, bizi olduğumuzdan daha duyarlı bir insana dönüştürmüyor. Bu sözlerim dün akşam bu trajikomik olaya imza atan, Gamze Erçel’e değil yalnızca. Bunu yapan o sayısız Instagram fenomenine ve düştükleri bu pek yaman çelişkiye. Acaba kaçının aklına link bıraktım yukarı kaydırın derken o küçük beyaz tavşan geliyor? Bu koca bir muamma. Tabi çuvaldızı başkasına batırmadan önce iğneyi kendimize batırmamız lazım öyle değil mi? Mesela o büyük indirimlerde rafları boşaltırken veya büyük bir iştahla o ürünleri, üçer beşer sepete eklerken kaçımızın aklına her üründe kaç milyon hayvanın maruz kaldığı işkenceler gelecek? Sonuç olarak talep var ki üretiliyor, tüketiliyor ki yeniden üretiliyor. Ve bizlerde, zavallı kibrimizi bile dünyaya anca sığdırdığımızdandır ki kör gözlerle yaşamaya devam ediyoruz.
Bu dünya güçlünün zayıf üzerinde kurduğu tahakküme dayalı bir dünya olmak zorunda değil. Daha adil, öteki’nin yaşamını, yaşam alanını koruyan, gözeten ve bunun için mücadele eden yepyeni bir dünya yaratabiliriz. En azından sırf bizler dudaklarımıza daha kalıcı rujlar sürebilelim, ya da daha uzun süre kalıcı olan deodorantlar kullanalım diye hayvanların bedel ödemediği bir dünya.
O zaman bugünün mottosu: Bir insan değişir, dünya değişir.
“Dünyada hiçbir göl, hiçbir deniz, hiçbir su Van Gölü’nün maviliğinde olamaz. Masmavi… Deli eden bir mavilik. Ne gökyüzünde vardır öyle bir mavi, ne de başka bir yerde. Bir tek mavi uyar bu maviye. Diyarbakır ovasındaki çiçeklerin mavisi. Bir de bir camı kırıp kesitine bakın, işte o mavi.”
Maviliğiyle uzaydan da büyüledi
Yaşar Kemal’in Van Gölü’ne, Van Gölü’nün maviliğine olan hayranlığını ifade ettiği bu sözlerle karşılamak istedim bugün sizleri. Siyasi gündemin kargaşasında ve salgın sebebiyle oldukça zor zamanlardan geçtiğimiz şu dönemde güzel ve umut verici haberler alabilmek neredeyse imkânsız hale geldi. Fakat bugün sizlerle nadiren de olsa yaşadığımız bu gurur ve mutluluk verici gelişmeyi paylaşmak istiyorum.
Usta şair Yaşar Kemal’in, sayısız eserinde yer verdiği ve hatta “Van Gölü, Van Gölü değil, Van Denizi” dediği, bir nevi tutkunu olduğu Van Gölü, bugün bir kez daha tüm Türkiye’nin gururu oldu. 20 yılı aşkın süredir ABD Havacılık ve Uzay Ajansı (NASA) tarafından düzenlenen ve NASA’da görevli astronotların çektiği fotoğrafların, katılımıyla ‘Dünya Turnuvası’ adı verilen fotoğraf yarışmasının bu yılki kazananı Van Gölü oldu. Hiç şüphesiz ki kazanılan bu galibiyet, hem ülkemiz hem de Van adına gurur verici bir gelişme.
Siteyi çökerten o destek birincilik getirdi
Dünya Turnuvası, 20 yılı aşkın süredir düzenlenen ve bir anlamda gelenek haline gelen, her yıl da dünya çapında eserlerin oylandığı bir yarışma. Bu yılda, aralarında Van Gölü’nün uzaydan çekilmiş görselinin yer aldığı, 32 fotoğraf katıldı bu yarışmaya. 8 Mart’ta başlayan bu oylamaya, Türkiye’nin önde gelen siyasilerinden de yoğun bir ilgi söz konusuydu.
Salgınla mücadelede bir yıl geride kaldı. İkinci kez, kademeli normalleşme dönemini yaşadığımız şu günlerde vaka oranlarındaki artış, süratle devam ediyor. Yalnızca bir ay öncesine kadar vaka sayıları, 10 binler gibi düşük seviyelerde seyrederken, dün itibariyle bir günde tespit edilen yeni vaka sayısı, 40 binlere dayandı. Turkuaz tabloda alabildiğine artan vaka sayılarına, bir de tamamen kırmızıya boyanmış Türkiye haritasını eklediğimizde tehlike çanlarını duymamak işten bile değil.
Hayaller mavi gerçekler kıpkırmızı
Geçtiğimiz ay salgınla mücadelede yeni bir sürece adım attık. Yerinde karar döneminin başlamasıyla birlikte Türkiye haritamız, illerdeki vaka sayılarına göre düşük, orta, yüksek ve çok yüksek şeklinde renklendirildi ve her il, risk durumuna göre çeşitli kategorilere ayrıldı. Renklendirilmiş harita uygulaması, teorinin ötesine geçip layıkıyla uygulansaydı salgınla mücadelede bizleri, bugün olduğumuzdan çok daha farklı bir noktaya taşıyabilirdi. Bu uygulamadaki amaç, önlemlere uyarak vaka oranlarını düşüren illerin kısıtlamalarını kaldırmak ve bir nevi yüksek riskli illeri tedbirlere özendirme yoluna gitmekti. Ancak görünen o ki evdeki hesap, çarşıya hiç mi hiç uymadı. Sözde mavi illerde artış sağlanması beklenirken, yalnızca üç hafta gibi bir sürede Türkiye haritasının tamamı kırmızıya boyandı. Düşük riskli tek il olan Şırnak kurtarılmış bölge olurken geri kalan iller salgınla mücadelede sınıfta kaldı. Hoş, kısıtlamalar yalnızca prosedürde kalıp, gündelik hayatta karşılığını bulamadığında bizi bekleyen son zaten bundan farklı olamazdı.
Covid’siz günler başka bahara kaldı
Bir yılı aşkın süredir yaşamlarımıza, ölümcül bir virüsle birlikte devam ederken salgında ikinci kez kademeli normalleşme dönemini yaşıyoruz. Varyantıydı, mutantıydı derken virüsün, uzunca bir süre aramızdan gitmeye niyeti olmadığı aşikâr. Dünya genelinde, üçüncü dalganın başlamasıyla birlikte pek çok Avrupa ülkesinde sıkı tecrit kuralları uygularken, ülkemizde durum salgın öncesinden çok da farklı görünmüyor. Yaşlısı, genci, çocuğu fark etmeksizin artık hepimiz Covid-19 virüsünün hedefi haline gelmişken, caddelerin, sahillerin, sokakların kalabalığından hiçbir şey eksilmiyor. Mücadelenin git gide daha zorlayıcı bir hale geldiği şu dönemde, kendimizi ve çevremizi korumak her zamankinden çok daha önemli. Bu tünelin sonunda, elbet bizi bekleyen bir ışık var fakat bu ışığa kavuşabilmek için sahte bir iyimserlik havasından kurtulup, bir an önce var olan gerçeklerle yüzleşmek zorundayız. Atacağımız her adım bizi hayata bağlayabileceği gibi, aynı şekilde hayattan da koparabilir. Adına ‘kontrollü sosyal hayat’ dediğimiz ama uygulamada alabildiğine ‘kontrolsüz’ hayat alışkanlıklarımızı bir an evvel terk etmemiz gerekiyor. Şunu bilmeliyiz ki her birimiz bireysel olarak, konfor alanımızdan belli tavizleri vermezsek eski günlere dönüş, koca bir hayalden öteye gidemeyecek.
Bu savaşın, kazananı ya da kaybedeni olmak tamamen bizim kontrolümüzde. Unutmayalım biraz tedbir, bolca sabırla baharı hep birlikte getirebiliriz.
Bir gün değil her gün kadınız
Koca bir yıl boyunca erkek şiddetine kurban giden, katledilen yüzlerce kadın ve her yıl A’dan Z’ye herkesin kadın hakları savunucusuna büründüğü bir 8 Mart daha. Bilinenin aksine bugün en pahalı mağazalarda yarı yarıya yapılan indirimlerden, birbirimizi ezerek alışveriş yaptığımız ve hemen her firmanın ‘kadınız güçlüyüz’, ‘kadınlarımızın yanındayız’ vb. türde naralar atarak ‘sözde değer’lerini gösterdikleri, sığ bir anlamdan çok daha fazlasını ifade ediyor 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü.
Şiddetin bin bir tonu
Adına değişim dediğimiz şey, önce var olanla yüzleşmekten geçiyor. Yaşadığımız toplumla, yıllarca biz kadınlara ‘değerlerimiz’ adı altında uygulanan ve sorgusuz sualsiz, nesilden nesile aktarılan kalıp yargılarla yüzleşmemiz gerekiyor. Kadınlıkla-kızlıkla, erkeksi ve kadınsıyla, kadını etek boyundan rujunun rengine, ayakkabısından saç rengine kadar bin bir farklı kategoriye ayıran zihniyetle yüzleşmemiz gerekiyor. Sonra da hesap sormamız. Kimlerden mi? Kullandıkları eril dil ve üsluplarıyla kadınları ikinci sınıf gören siyasilerden. Kadınlara uygulanan şiddeti ‘seven erkek, kıskanan erkek, sahiplenen erkek’ maskeleri ardında meşrulaştıran; kadın ve erkek arasındaki aşkı ve sevgiyi göstermeye tenezzül dahi etmezken, kadına uygulanan şiddetin her türlüsünü, reyting uğruna televizyon ekranlarında milyonlara izlettiren senaristlerden, yapım şirketlerinden ve yapımcılardan. Ders kitaplarından, romanlara, reklam metinlerine kadar kadını ev içine hapseden sözlü, fiziksel her türlü baskı ve zorbalığı kadınlara reva gören her türden uygulama ve içerikle savaşmamız gerekiyor.
Geleceğe borcumuz var
Bizler her gün ölüyoruz. Öldürülmeyecek kadar ‘şanslı ‘ olduğumuzda da kullandığımız toplu taşıma araçlarında ‘orantısız mesafelere’ maruz kalmak, etek boyumuzdan, rujumuzun rengine, çiğnediğimiz sakızdan, vücudumuzun oranlarına kadar varan kalıpların içine hapsediliyoruz. İdealize edilmiş bedenlerimizde sıkışıp kalıyoruz. Sokakta, işte, okulda kısacası birlikte ve ortak yaşadığımız her alanda sözlü ve fiziksel tacizin her türlüsüne maruz bırakılıyoruz. Tüm bu anlattıklarım, ne acıdır ki bir kadının ömründe karşılaştığı şiddetin, yalnızca küçük bir kesitini ifade ediyor. Bizler yaşamı korumak için savaşmak istiyorsak, kadın olarak her birimiz bu savaşı önce kendi içimizde, sonrasında da bizi ikincil olarak konumlandıran, gelenekler ve dini söylemler üzerinden kadını itaatkâr olarak tanımlayan, düşünce demeye bile dilimin varmadığı, akıl yoksunu hurafelere karşı vermekle yükümlüyüz. Bu her kadının geleceğe borcudur. Sizlere kadınlarda erkekler kadar eşittir anlamına gelen “kadın ve erkek eşittir” sözüyle veda etmeyeceğim. Bana kalırsa bu ifadeyi aklımıza gelen her türlü mecradan çıkarmakla başlayalım. Zira kadının, erkeklerle eşit olduğunu zikretmek bile iki cinsiyeti eşitsiz hale getirmekten daha fazlasına yaramıyor.
Değişim ve dönüşüm kullandığımız dilde, bakış açımızda ve farkında olmakla başlıyor. Tüm bunlar son bulduğunda ‘Dünya Kadınlar Günü’ içi tamamen “tüketim” ile doldurulan, şiddetin, hak mücadelesinin ve haykırışın konuşulduğu bir gün değil, bir bayram günü olur biz kadınlara.