Oyuncu Emir Çubukçu'nun ilk öykü kitabı Günün O Belirsiz Vaktinde, Can yayınları aracılığıyla okurla buluştu. Toplumsal meselelere arkasını dönmeyen genç isim, sahnede olduğu gibi edebiyatta da başarılı olacağının ilk sinyallerini bu kitapla verdi.
Genç oyuncu ve öykücü ile ilk kitabına ve edebiyata dair söyleştik:
* Yeni ve ilk öykü kitabıyla edebiyat dünyasına adım attı! Nereden çıktı bu öyküler?
Bu öykülerin nereden çıktığını ben de bilmiyorum desem inanır mısın? Kendimi bildim bileli iyi bir okur olmaya çabaladım. Hâlâ da iddialı olmaya çalıştığım tek alanın bu olduğunu söyleyebilirim. Murathan Mungan’ın oyunculuk için kullandığı o enfes benzetmeyle diyebilirim ki; güzel yazılmış bir metin karşısında bir şaman imanıyla büyülenirim. Fakat yazmak… Aklımda sadece bir kış akşamı var, oturduğum koltuktan kalkıp bir kâğıt kalem almamı ve kitaptaki öykülerden birini yazmamı hatırlıyorum. Nereden geldi bu istek, bir mecburiyet miydi yoksa başka bir şey mi inan bilmiyorum. Fakat başlangıç noktası olarak o akşamı alabilirim sanırım. O günden kitaba kadar giden yol ise çok da kontrolüm altında gelişmedi. Bu noktada ilk okurum Reyhan Yıldırım’ı ve yazdıklarıma her zaman büyük bir merhametle yaklaşan Nalan Barbarosoğlu’nu anmalıyım. Onların verdiği güven olmasaydı yazdığım öykülerden bir dosya hazırlayıp Can Yayınları’na vermeyi aklımın ucundan bile geçirmezdim sanıyorum.
KENDİMİ TEMBEL SAYAN BİRİYİM
*Peki, kitabın adına nasıl karar verdin?
Kitabın ismine gelince; öncelikle, sevdiğim öykülerden birinin iyi tınladığını düşündüğüm ismi. Bunun yanında, genelde gün geceye ya da gece güne dönerken yazmayı seviyorum. Ne tam aydınlık ne tam karanlıkken. O belirsizlik, o şüphe uyandırıyor beni. Tam o saatlerde güçsüzleşiyorum. Bu tabii son derece kişisel ama herhangi bir şey yazabilmem için kendimi olabildiğince güçsüz hissetmem gerekiyor. Aksi takdirde fazlaca şüphesiz, kesin hükümlü olabiliyorum. Bu anlamda kitabın adı varmak istediğim bir içsel noktayı da işaret ediyor diyebilirim.
*Tiyatro, dizi, yönetmenlik ve yazmak... Bunların hepsine nasıl yetişiyorsun?
Ne yapacağımı bilemediğim boş zamanlarım bile kalıyor biliyor musun? Öncelikle yönetmenliği sadece bir kere yaptım, bu sezon bir oyun daha yönetmek istiyorum ama zamanımı alan şeylerden biri olarak değerlendiremem. Tiyatro ise on sene üzerine, artık kendimi onsuz düşünemeyeceğim bir şey. Hatta kendisi dışındaki her şeye ışığını düşüren bir mihenk taşı hayatımda. Oyunculuk değil, tiyatro. Metniyle, dekoruyla, fikriyle, verdiği direnme kuvvetiyle bir bütün olarak tiyatro. Dizi, evet zamanımı alıyor. Ama yaşamak zorundayım. Üstelik ne olursa olsun mesleğimi yaparak para kazanıyor olduğumu düşünürsek kendimi şanslı bile sayabilirim. Bunlar dışında kalan zamanlarda da okuyorum işte. Yazmak ise hepsini yaparken devam eden bir süreç. Bitmiyor. Bütün bu anlattıklarım olurken, belki de olduğu için, o esnada yazıyorum diyebilirim. Kâğıda dökmek için ise erken kalkıyorum. Böyle. Son olarak şunu da söyleyeyim, bütün bunlara rağmen kendini tembel, üşengeç sayan biriyimdir.
BİZ DİRENECEĞİZ
*Tiyatro d22'yi büyük çabalarla açtınız ve ayakta durması için direniyorsunuz. Edebiyat mı tiyatro mu ağır basıyor hayatında ya da ikisi arasında nasıl bir dengen var?
Tiyatro D22 benim en büyük gururum. Açıkça söyleyebilirim ki ne kitap ne de başka bir şey onunla boy ölçüşemez. Çünkü örnekse yazmak, tamamen kişisel bir süreç, bir odaya giriyorsunuz ve yazıyorsunuz. Oluyor ya da olmuyor. Elbette çok önemli, kıymetli. Ama sonuçta sadece size bağlı. Fakat böyle bir ülkede konservatuvar mezunu üç genç insan olarak cebinizde bir kuruş para olmadan bir tiyatro açıp oyunlar yapmak… Şimdi geriye dönüp bakınca iyi cesaret diyorum. Hâlâ da devam ediyoruz, edeceğiz. Biz direneceğiz. Çocuk da büyümeye devam edecek.
POPÜLER DERGİLERE İTİRAZLARIM VAR
*Zaman zaman sosyal medyadan popüler dergilerden fırlamış bazı metinlere isyan ettiğini görüyorum. Bu konuda ki fikrini biraz öğrenmek isterim. Mesela o dergilerden birinde yazmayı düşündün mü hiç?
İsyan demek biraz fazla olabilir ama evet, ciddi itirazlarım var. Öncelikle bu dergilerde etik olarak sakıncalı metinlere rastladığımız kanaatindeyim. Özensiz karşılaştırmalar, anlamsız aforizmalar, ölmüş yazarlarla yapılan garip röportajlar ve dahası… Popüler dergiler meselesi üzerine uzun uzun konuşulması gereken bir şey artık. Çünkü ne güzel insanlar okuma alışkanlığı ediniyor diyebileceğimiz bir sınırı aşıp ciddi sayıdaki okur için hiza işlevi görmeye başladı. Fakat bu görevi karşılayabilecek yetkinlikte olup olmadıkları tartışma konusu. Şahsen ben tek tip bir kaybedenler edebiyatının ne bu ülkeye ne de edebiyata verebileceği bir şey olduğunu düşünmüyorum. Üstelik tarihe baktığımızda dergi, aynı fikri aynı dünya görüşünü savunanların toplandığı bir mecradır. En azından bir seviye birliği taşır. Elbette ki şu anki dergilerde de çok değerli ustalar, yazarlar kıymetli yazılar yazıyorlar. Fakat ortaya çıkan genel resme baktığımızda ben bir bulanıklık ve değer düşüklüğü görüyorum. Bu konuda daha detaylı düşünmek isteyenler için Can Semercioğlu’nun ‘Yeni Dergiciliğin Kültürel Ve Edebi Hegemonyası’ ve Semih Gümüş’ün ‘Edebiyatın Üstüne Basıp Geç’ adlı yazılarını öneririm. Bu dergilerde yazmayı düşünüp düşünmediğime gelince; hiç düşünmedim, zaten bana ulaşmış bir teklif de yok şu ana kadar yok. (Gülüyor)
*Peki sen hangi dergileri tercih ediyorsun?
Sözcükler, NOTOS, Kitaplık, Öykülem, Öykü Gazetesi, Varlık.
*Yirminci yüzyılın başında ölümün kıyısında olan edebiyat” diyor Ee Vila-Matas, her şeyin vasatının sevildiği bir sistemde yaşıyoruz gibi geliyor bana zaman zaman. Vasat olan daha çok değer biçilir bir şey oldu sanki. Sen ne düşünürsün?
Dilersen bu soruya ben değil Pier Paolo Pasolini cevap versin; ‘Kültürel bir çöl yaratılmışsa, orada her şey satılabilir. Çünkü çölde her şey mucize etkisi yaratır’
NE KADAR SATTIĞIYLA İLGİLENMİYORUM
*İlk öykü kitabını böyle bir düzende çıkardın üstelik. Nasıl gidiyor, ne hissediyorsun?
Kitap çıktığı andan itibaren benim için bir yürek sızısı olmaya başladı. Elimde yalnızca bir kopyası var. Çekmeceye koydum öylece duruyor. Kitapçılarda gördüğüm zaman da pek yakınına uğramıyorum diyebilirim. Bu sebeple nasıl gittiğiyle de ne kadar sattığıyla da pek ilgilenmedim. Zannediyorum samimi bir şekilde yazmaya devam edebilmem için onun sarhoşluğundan sıyrılmam gerekiyor. Üstelik bu öykülerin ve kitabın büyük yankılar koparmayacağının da en başından beri farkındayım. Belirli sayıda edebiyatsever okuyacak, beğenecek ya da beğenmeyecek. Benim tek dileğim kitabı okuyan birinin belli bir zaman sonra dönüp düşündüğünde ‘Şöyle bir öykü vardı, sevmiştim, ürpermiştim okurken’ demesidir.
DÜNYA GÖRÜŞÜM YAZDIKLARIMI ETKİLİYOR
*Sen öykülerinde güncel/toplumsal sorunları atlamıyorsun; bir yerinden muhakkak bir meseleye gönderme var. İçinde bulunduğumuz ortamda bunu yapmaktan yorulmuyor musun? Yani nereye dönsek sorun?
Bu yorumu bir iki okurdan daha duydum. Öykülerin toplumsallığı… Hoşuma gidiyor bunu duymak. Fakat hiçbir öyküyü yazarken güncel sorunlara parmak basmak için çabam olmadı. Bunu bir iki kere denedim, öykü olmaktan çıkıp bildiriye dönüştü yazdıklarım. Dersimi aldım diyebilirim, bunu çok iyi beceren insanlar var, ben onlardan değilim. Gelgelelim ben ne kadar bunun için uğraşmasam da yazdıklarıma bir toplumsallık sızıyor galiba.
Bunun sebebi en kaba tabirle ‘Dünya Görüşüm’ olabilir. Uzun yıllardır gündelik hayata politik bakan ve bu meselelere kendince kafa yormaya çalışan biriyim. Tiyatroda yaptığımız oyunlar da hep bu doğrultuda oldu biliyorsun. Bunu yaparken yoruluyor muyum? Hakikat, öyküden ve ya oyundan daha çok yoruyor beni. Daha çok acıtıyor. İnsanlar yüzlerce gündür açken, gazeteciler hapisteyken, her çeşit insan türlü zulüm altında kıvranırken ve bizim elimizden yazmak ve ya oynamak dışında hiçbir şey gelmiyorken yorulmayı biraz şımarıkça buluyorum. Ancak yazdıklarımda var olduğu düşünülen toplumsallığın becebildiğimce üzerini örtmeye devam edeceğim. Garip gelebilir ama bu yolla daha görünür olacaklarına inanıyorum.
*Hafıza en büyük oyuncudur diyorsun, öyle mi gerçekten? Hafıza sahibine oyun oynar mı?
En büyük diyerek biraz abartmışım galiba. Fazla şüphesiz bir söz bu. Şimdi sorsan en büyük demem ama hafızanın çok büyük bir oyuncu olduğuna hala inanıyorum. Hem kişisel hem de toplumsal ölçekte bellek en büyük düşmanımız oluyor çoğu zaman. Hatırlamayı, hatırladıklarını dönüştürmeyi, ya da unutmayı seçtikleriyle.
*Öykülerinde nokta atışı yapmıyorsun bazen bir kuyunun çevresinde dönüyor gibisin; bu dönme evresi biraz baş döndürmüyor mu küçük bir eleştiri olarak seni bulşumken…
Katılıyorum. Kitabı tamamlandıktan sonra dönüp tekrar okuduğumda benim de dikkatimi çeken bir eksiklikti bu. Ya da fazlalık mı demeliyim. Değiştirmeyi denedim ama beceremedim. Bir yolculuğun ilk basamağı olarak böylece duracak öyküler, eksiklikleri ve edebiyat için daha büyük bir günah olduğuna inandığım fazlalıklarıyla. Elbette ki o kuyunun çevresinde bunca dolanırken yapmaya çalıştığım bir şey vardı fakat bu okurun umurunda olmaz ve olmamalıdır.
*Peki, Emir Çubukçu ne okur ve ne önerir?
Cevaplaması en zor soru bu galiba. Çok uzun bir liste yapmak isterdim ama izin vermeyeceğini biliyorum (gülüyor) o zaman şöyle diyeyim; klasikler hepimizin malumu zaten (Çehov,Kafka,Mansfield, Carver, Hemingway gibi)
Ben bu 10 isimlik listeyi daha az biliniyor olmaları muhtemel olan çok sevdiğim çağdaş yazarlara ayırayım; hâlâ yaşayan yazmaya, üretmeye devam edenlere...
Yabancı yazarlar arasında kanımca yaşayan en büyük 5 isim;
J.M Coetzee, Joyce Carol Oates, Cormac McCarthy, Milan Kundera, Toni Morrison
Yerli edebiyatta ise ilk avazda aklıma gelenler;
Hasan Ali Toptaş, Orhan Pamuk, Latife Tekin, Ayhan Geçgin, Ferit Edgü