Dedeler Köyü, babamın doğduğu köy. İlkokulu orada bitirdi. Sonra orta öğrenim için Tarsus’a taşındı. Bizim ailenin nüfus kaydı ilginç şekilde Tarsus’un bir köyünde değil merkeze bağlı görünüyor. Sofular Mahallesi’ne bağlıyız.
Neden böyle olmuş araştırınca, garip bir aile hikayesi ortaya çıkıyor. Babamın babası yani dedem Hüseyin, genç yaşta, doğduğu köyden kaçıyor. Bir aşk hikayesi söylenir, doğru mudur bilemem. Hüseyin, Kırşehir’in Çadırlı-Hacıyusuf Köyü’nden bir kıza sevdalanır. Kızın ailesi Hüseyin’i istemez. Ortalık karışır. Hüseyin, elindeki tüfeği havaya kaldırarak ateş eder. Bağırış çağırış arasında, “Öldüm vuruldum” diyen, çığlıkların yükseldiği ortamda, dedem Kırşehir’den kaçar.
Maraba olarak Çukurova’da bir ailenin yanına sığınır. Yanına sığındığı aile, kızı Cennet’le, dedem Hüseyin’i evlendirir. Hüseyin kaçaktır ve kaydı yoktur. Onun da nüfusunu Sofular Mahallesi’ne yaparlar. Cennet Hanım ölür. Dedem, Dedeler Köyü’nde, babaannem Kara Fatma’yı kaçırır.
Dedem, Birinci Cihan Harbi’nde, Yemen’de savaşır, orada hayata veda eder. Babanannem, nüfusa başvurur ve dedemin kaydının kendi üzerine yapılmasını ister. Dedem Tarsus’un Sofular Mahallesi’ne kayıtlıdır. Bu yolla babaannem de Sofular’a yazılır. Hiç içinde yaşamadığımız bir mahalleye kaydımız yapılır.
Örneğin eşim İpek (Çalışlar) zaman zaman bu çelişkili duruma itiraz eder. “İlgim olmayan yere beni neden yazarlar ki” der. Kendisini “zoraki Tarsuslu” diye ifade eder. Gerçi artık nüfusa kayıtlı olunan yerin eskisi kadar da önemi kalmadı. Mesela pasaportun ilk sayfasında sadece kişinin doğduğu il yazıyor. Yeni kimliklerde de nüfusa kayıtlı olunan yer yazmıyor.
Şimdi uzun yılların ötesinde kendi geçmişime bakıyorum. Ailemizin tarihi tipik bir Anadolu tarihi. Birbirine girmiş kimlikler, değişik mezhepler, yazılmamış ilginç öyküler. Benim baba tarafından gelen dedeme “Kürt Hüseyin” derler. Kayıtlı olduğu yer Tarsus. “Şıhlar” diye anılır bizim aile. Ziyaret Şıhları. Hiçbir ilgimizin olmadığı başka bir tarih vardır bunun içinde.
Babanannem de başka bir köyden kaçırılıp Dedeler’e getirilmiş. Onun memleket ve toprakları üzerine çok acıklı türküleri var. Babam, köyde yalnız kalmasın diye babannemi Tarsus’a bizim eve getirirdi. Ama o iki gün duramazdı. Köyüne küçük çamurdan ocağın karşısına oturur ağıtlar yakardı.
Bir keresinde yine böyle köyüne gitmek istemişti. Babam “Dur ana” deyince ağıtla karışık şunları söylemişti: “Yapma oğlum, tavamın aşı, ocağımın başı.”
Aradan neredeyse yüz yıl geçti. Ne dedem kaldı. Ne de babaannem. Ailemiz Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış, başka bir dünyada çok farklı kaygılar ve umutlarla hayatımızı sürdürüyoruz.
Böyle bir ülkede “milliyetçilik” yapmak, mezhepçilik yapmak, yazıktır günahtır…