12 Eylül 1980 askeri darbesi günleriydi. Bir yasal partinin ve bir günlük gazetenin yöneticisi olmaktan tutuklanmıştım. Sarı basın kartı sahibiydim ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) üyesiydim.
Cemiyete başvuruda bulunarak hukuki destek istedim. Suçlamalar, yazdıklarım ve konuştuklarım üzerineydi. Cemiyet yönetiminden gelen cevap dramatikti: “Siz devlete karşı suçlar kapsamında yargılanıyorsunuz, hukuki destek veremeyiz.”
Şimdi kaldırılmış olan ancak başka türlü hortlayan 141. maddeden yargılanıyordum. Cezaevinden çıktım. İlk işim, TGC Kongresine katılıp eleştiri yapmak oldu. O dönem başkan olan Nezih Demirkent, “Size sahip çıkamadık, hatalıyız” diye, özür dileyen bir konuşma yaptı.
Özür dilemek
Dün “15 Kasım hapisteki yazarlar günü”ydü. Uluslararası PEN'in, hapishanedeki yazarlara dikkat çekmek amacıyla ilan ettiği bu gün, maalesef Türkiye açısından parlak geçmiyor. Dün üç kuruluş, Türkiye PEN, Türkiye Yazarlar Sendikası, Türkiye Yayıncılar Birliği, bu tabloyu eleştiren ortak bir açıklama yaptılar.
Bianet’in son üç aylık raporunda 123 gazeteci hapiste. Bunlardan 36’sı yargılanıyor, 31’inin dosyaları istinaf mahkemesi veya Yargıtay’da, 27’si hükümlü, 29’u için hâlâ iddianame yazılmamış. Tutuklu gazetecilerin 73’ü FETÖ’ye yakın ve kapatılmış medya kuruluşlarının çalışanı, 36’sı da Kürt medyasından.
İktidar sözcüleri, bu tabloya ilişkin sorulara, “Bunlar gazeteci değil, terör örgütü mensubu” şeklinde karşılık veriyor. Hatta, daha sert iddialarda bulunarak, “Bombayla yakalandı, değişik terör eylemlerine katıldı” diyebiliyorlar.
15 Temmuz darbe girişimi, “kontrollü” bir darbe değildi. Devlet içindeki bir örgütün kanlı girişimi, siyasetin kimyasını bozdu. O noktaya gelinmesinde, kimin ne oranda sorumluluğunun olduğu, ayrı bir tartışma konusu. Gerçek, devlet içinde paralel bir yapının örgütlendiğidir.
İktidar, savunma refleksi içinde, içe kapanmacı, otoriter bir davranış şeklini içselleştirdi.
‘Tehdit’ ve ‘Tehlike’ algısı
“Tehdit”, “tehlike” gibi kavramları merkez alan bir dilin (yeniden) egemenliği başladı. Kimin terörle ilgisi var, kimin yok, o konuda çizgi, nüans kalmadı. Cumhuriyet yazarları, “Hem FETÖ, hem PKK ile işbirliği” yapmakla suçlanarak, “terör örgütü üyeliği”nden yargılandı. Şiddet ve terör tanımının sınırları aşırı genişledi. Gerçek teröristle, radikal görüşleri olan şüpheliler arasında, fark gözetilmez oldu. Yargı, ince teraziyi kaybetti. Toptancılık ve fırsatçılık normalleşti.
Eylemle, şiddetle, darbeyle hiç ilişkisi olmayan kişiler, sepete dolduruldu.
Eski bir “fikir suçlusu” olarak, bu geleneksel refleksin, ne ülkeye, ne demokrasiye, ne devlete, ne millete bir faydasının dokunduğuna tanık olmuşluğum yok.