Peyami Safa anlatıyor: Sürekli parasız pulsuz geziyordu. Para vermeyi teklif edince de basıyordu küfürü. Bir gün parayı arkasından atıp “paran düştü” dedim. Dönüp şöyle dedi: “Para bende ne gezer, o düşen benim param değil, senin altın kalbindir.”
Bir gün Dresden Operası müdürü gelmiş İstanbul’a. Şöhretini duymuş dinlemek istemiş. Dede Efendi’den Sultani Yegah bestesini çalmış. Alman, notaları kağıda yazmış. Bitirince bir daha çalmasını istemiş. Alman yine notaya almış parçayı. En sonunda, “Bu adam yalnız çalmıyor, aynı zamanda besteliyor!” demiş.
Hayatı yoksullukla geçmiş ancak yüreği insan sevgisiyle dolu biriydi. Dünya malına hiç değer vermezdi. 1952 yılında Şehir Komedi Tiyatrosu’nda jübilesinin yapılacağı gün bir arkadaşına telefon açar, kendisine bir takım elbise göndermesini ister. Arkadaşı elbiseyi gönderir. Jübile bitince sahnenin arkasında o elbiseyi çıkartıp oradaki garsonlara verir, sonra kendi eski elbiselerini giyer. Bana vereceğiniz parayı da yoksullara dağıtın der.
II. Meşrutiyet döneminde nazırlığa getirilen bir zat, çok geçmeden yeğeninin vali olarak atanmasını sağlar. Karşılaştıklarında “Maşallah kardeşinizin oğlu tıpkı fasulyeye benziyor” deyince, adam “Genç yaşta vali oldu neden fasulyeye benzesin?” diye sorar. Hemen cevabı yapıştırır, “İşte ben de onun için benzetiyorum ya fasulye de sırığa sarılarak büyür.”
Kardeşi anlatıyor: “Bir gün Atatürk sohbet etmek için köşke davet etti. Ağabeyimin üstünü başını iyice temizleyip, Atatürk’ün huzuruna yolcu ettik. Atatürk, iltifat ederek masasına oturtmuş, birlikte yemişler, içmişler, konuşmuşlar. Atatürk, ‘Bize müstesna bir gece geçirttiniz. Biz de size yardım etmek isteriz. Dilediğiniz bir şey varsa, size yardımcı olalım’ deyince, ‘Anneme, kardeşlerime söyleyin, benim nüfus kağıdımı bana versinler Paşam’ cevabını vermiş. Atatürk şaşırmış, sonra katıla katıla dakikalarca gülmüş ve ‘O kolay, onu hallederiz. Başka bir dileğiniz varsa onu yapalım’ diye ısrar etmesine karşın başka hiçbir şey istemeden çıkıp gelmiş. Sabahleyin ağabeyim olayı bize anlatınca annem, ‘Be oğlum, görüyorsun oturduğumuz ev bir harabe. Ata’dan güzel bir ev isteseydin de orada otursaydık olmaz mıydı, başına bir devlet kuşu konmuştu, onu da mı kaçırdın!’ diye kızıp bağırdı. Hakikaten ağabeyim, içip sağda solda düşer kalır, cebinde duran nüfus kağıdını da düşürür, üstüne kayıtlı evi kandırır elinden alırlar diye nüfus kağıdını kendisine vermezdik. Bu olay onun çok gururuna dokunur ve aklına geldikçe nüfus kağıdını ister ve bizlere kızardı. Ata’dan da bu nedenle nüfus kağıdından başka bir şey istememişti.”
Milli Şef dönemi... Fikret Mualla ile birlikte demlenirken ne sistem bırakıyorlar, ne İnönü, veryansın ediyorlar. O dönemde meyhanelerde sivil polis bulunurdu, ihbar ediliyorlar. Ona bir şey olmuyor ama Mualla zor günler geçiriyor. Abidin Dino’nun girişimiyle “cezai ehliyeti yoktur” raporu alarak kurtuluyor. Tekrar bir araya geldiklerinde, Mualla, “sana bir şey olmadı, kabak benim başıma patladı, nasıl iş bu?” diyor. Yanıtı “benim ‘daram’ alınmıştı” oluyor. “Dara” hikayesi şöyle: Bir yağ tüccarının köpeği yağ tartısının gramaj konan kefesine sıçrarmış, bir gün yağ alan vatandaşlardan biri “eksik tartıyorsun, köpeğin bu tarafta” diye itiraz edince, dükkanın sahibi “hayvana bu alışkanlığı bıraktıramadık, ama merak etmeyin biz onun darasını aldık, bu taraf eksiksiz tartıyor” demiş. O, darası alınmış bir insandı. “Uzun derbederlik hayatımda; o kaldırımdan bu kaldırıma, o kapıdan bu kapıya, o diyardan bu diyara, ney’im ve mey’imle bir kuru yaprak gibi savruldum” diye özetliyor hayatını, Neyzen Tevfik…