Her yeni yıl geldiğinde, yeni kararlar alıyoruz çoğumuz.. Bütün amaç kendimizin yeni versiyonuna ulaşmak. Gelişmek, daha iyisi olmak, başarmak, hayallerimizi gerçek kılmak. Ama ne oluyor? Olmuyor. Çok geçmeden, aldığımız bütün kararları çöpe atıyoruz. İçimizde bize direnen o sese teslim oluyoruz. Yani pes ediyoruz. Daha önce yazmıştım; yeni yıl kararlarının ortalama ömrü 12 günmüş! Acıklı ama gerçek bu. Neyse işte, bu ara bu meseleye çok taktım ve pes etmeyenlerin hikayelerini izledim arka arkaya; konu üzerine çok düşündüm. Bazı insanlar neden kolay kolay vazgeçmiyor da, biz çabuk vazgeçiyoruz? Bizim hangi çipimiz eksik acaba? İnsanların inat etmesini sağlayan motivasyon ne?
İzlediklerimden biri, gerçek hayat hikayesinden filme uyarlanan ‘Nyad’. Dünya şampiyonu olmuş, rekorlar kırmış ve emekliye ayrılmış Diana Nyad isimli bir kadın yüzücünün hikayesi. Nyad artık 60 yaşında ama Küba’dan Florida’ya yüzen ilk kişi olma hayali hiç bitmemiş. Kolay değil hayal ettiği şey; 60 saat yani iki gün hiç durmadan açık okyanusta yüzmesi gerek. 4 kez deniyor, olmuyor. Ya fırtınalar ve akıntılar engel oluyor, ya deniz anaları, ya da soğuk suda hipotermi tehlikesi. Her başaramadığında ‘vazgeçmeyeceğim’ diyor. Çünkü yapabileceğine inanıyor, kendine inanıyor. Dış şartların onu etkilemesine, durdurmasına izin vermiyor. “Yapmazsam, kendime olan saygımı kaybederim” diyor. Hatırlatırım; gerçek bir hikaye bu!
Diğer izlediğim iş, ‘Kar Kardeşliği’. İspanya’nın Oscar ve Altın Küre adayı bir film. Bu da gerçek hikaye. 1972 yılında Uruguay Hava Kuvvetleri’nin bir uçağı And dağlarına çakılıyor. 40 kişilik uçakta 29 kişi iki ay boyunca hayatta kalma mücadelesi veriyor. Soğuk, çığ tehlikesi, açlıkla boğuşulan 2 ay! Kaç kişi dayanabilir ki? Ama 17 kişi dayanıyor. Ölen arkadaşlarının etlerini yiyorlar ve dayanıyorlar. Dünyanın en zorlu ortamında yaşamaya direnen, hiç vazgeçmeyen 17 kişinin hikayesi gerçekten müthişti. İşte bu iki filmi de izledikten sonra döndüm, basit hayatlarımızı düşündüm... En ufak aksilikte depresyona girdiğimiz, üzüldüğümüz, vazgeçtiğimiz anları. Çok ufak bir eforla hayatımızı değiştirebilecekken, güzelleştirebilecekken hiç umursamadan vazgeçtiğimiz pek çok kararımızı. ‘İnsanlar nasıl başarıyor?’ sorusunun cevabını. Bunun için bazı zorlu mücadeleleri izlemek iyi gelebilir. Bu filmleri izleyerek işe başlamaya ne dersiniz?
Her sabah istisnasız yazısını yollayanlar...
Savaş Özbey yazmış önceki gün Kelebek’teki köşesinde... Instagram’da ne beğenirse yollayan insanlardan yaka silkmiş. “Sizin de sabah akşam sosyal medya paylaşımı gönderen tanıdığınız var mı?” diye soruyor. Olmaz mı? Var maalesef. Hele WhatsApp grubunuz varsa daha da coşuyorlar. O yüzden ben WhatsApp gruplarından itinayla ve sessizce tüyerim genelde, bireysel olarak yazan varsa da ölü taklidi yaparım. Ama daha beteri var Savaşcım; yazdığı her yazıyı yollayanlar! Bakın bu daha da acayip... Yazısı yayına çıkmış olan bazı meslektaşlarımız, istisnasız şekilde yazılarının linkini WhatsApp’tan atıyorlar, ‘oku’ manasında. Yahu gazeteciyiz ve her sabah bir dolu şey okuyoruz zaten. Senin yazını da okumak istemişsem okumuşumdur, niye her gün yolluyorsun ki? Anladım tıklanmak istiyorsun ama sordun mu bana ‘okumak ister misin’ diye? Senden abonelik aldım da haberim mi yok ablacım? Sabahın ilk saatlerinde ilk senden mesaj almak istiyor muyum acaba? Vallahi bu da benim canıma tak etti, yazayım dedim.
Ankara’yı sevsek mi artık?
Hani bir laf vardır; ‘Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü seviyorum’ diye.. Benimki de o hesap. Aile orda olunca, arada gidiyorum ama sevemedim gitti şu şehri. Geçen gün yine Ankara’daydım, birkaç günlüğüne. O hiç sevmediğim Ankara nasıl sempatik geldi, nasıl huzurlu ve sakin. İnanır mısınız elimi kaldırdığım an taksi durdu! ‘Oraya gidemem, buraya gidemem’ demedi, kapının önüne kadar bıraktı! Elbette her şehrin bir koşuşturması vardır ama insanlar birbirlerini tepeleyerek hareket etmiyor, birbirlerinin üzerine çıkmıyor, saygısızlık etmiyor. Deli gibi kuyruklar yok, 500 TL’lik vale ücretleri de yok. Trafik desen dur kalk bile yapmıyorsun, sinir harbi yaşamıyorsun. İstanbul bizi nasıl yormuşsa artık Ankara’yı sevmeye başladım. İstanbul’un trafiği, karmaşası, olayı bitmiyor arkadaş! Eskiden, hiç değilse bayramlarda, tatillerde nefes alırdık ama o günlerde bile dolup taşıyor artık İstanbul. Net olan bir şey varsa, o da İstanbul artık bu kadar insanı, bu nüfusu taşımıyor. Arada nefes almak için Ankara’ya gidin diyorum, konuyu noktalıyorum.
Bu mekan İstanbul’a yakıştı
İstanbul’a çok yakışan bir restoran daha: Biz İstanbul. Atatürk Kültür Merkezi’nin üst katında açılan Biz’de; yüzlerce medeniyete ev sahipliği yapan İstanbul’un kültürel çeşitliliğini yansıtmak amaçlanmış. İstanbul’da yaşamış, İstanbul’dan tat almış ve İstanbul’a tat vermiş herkes düşünülmüş. Her şey gastronomi, tarih, kültür alanında uzmanlaşmış isimlerin fikir önderliğinde hazırlanmış.
Burası sadece bir restoran değil, yerli ve yabancı misafirlerin İstanbul’un tadını çıkaracakları bir yer aynı zamanda. Müthiş bir manzara, müthiş bir dekorasyon, müthiş keyifli bir bar, lezzetli bir mönü. Padişah lezzetleri de var, sokak lezzetleri de! Emeği geçenleri kutluyorum. Taksim’de gidilecek ender yerlerden biri, ‘not düşün’ istiyorum.