Yeni bir dizi vesilesiyle ‘Merve Dizdar’dan üniversite öğrencisi olur mu?’ sorusu sık sık karşımıza çıkıyor bu ara... Malum diziyi izlemedim henüz, dolayısıyla izleyici yaş terörü mü yaratıyor yoksa gerçek anlamda bir inandırıcılık sorunu mu var bilemiyorum. Ama yaş ayrımcılığının bolca yapıldığı şu acımasız dünyada, birileri de elini taşın altına sokuyor ve ‘hoop bi’ dakika, yaş ne alaka, kadınlar yaş alınca hayatları bitmez’ diyerek o bakış açılarına çomak sokuyor bir güzel. Çok da iyi yapıyorlar bence, ezberleri bozmak iyidir. İyidir iyi olmasına ama sinema dünyası bu konuyu hep aynı yerden ele alıyor nedense...
Yaşlı kadın-genç erkek ilişkisi üzerinden bu algıyı kırmaya çalışıyorlar. Neden bir kadın, yaşıtıyla yeni bir aşka yelken açmasın ki? Ama sinema dünyası bunu tercih etmiyor işte. Bu anlamda, son zamanlarda izlediğim iki filmle konuya dalacağım: ‘Baby Girl’ filminde Nicole Kidman, genç stajyeriyle tabuları kırıyordu ama film vasat olunca, anlam kaymıştı maalesef. Taze vizyona yeni giren ‘Bridget Jones: Onun İçin Çıldırıyor’ ise söylenmesi gereken her şeyi çok güzel söylüyor bence. Evet, gözbebeğimiz ‘Bridget Jones’ dördüncü filmle geri döndü. Renee Zellweger’in hayat verdiği ‘Bridget Jones’ bu kez 47 yaşında, iki çocuklu bir dul. Kocasını kaybetmiş, 4 yıl boyunca onun yasını tutmuş, kendini unutmuş bir halde. Çevresinde akıl vereni bol ama! ‘Kendini çocuklarına ada’ diyenlerle ‘kendini sakın unutma’ diyenler birbiriyle yarışıyor. O da istiyor birini ama cesareti yok. Her zamanki dağınık ve sarsak haliyle fırsatı da yok! Ya kocasının anısına saygısızlık olursa, onu da bilemiyor. Sonra 28 yaşında bir genç giriyor hayatına. İyi de geliyor ama sonunda emeklilikte yaşa takılanlar gibi, iş gelip yaşa takılıyor. Adam korkuyor kaçıyor, Bridget’i de bir anlamda kendine getiriyor. Zaten kadının ilerleyen yaşında mutlu olması için ille de genç erkeğe ihtiyacı yok ki! Tam da bu noktada, “iyi de yaşlı adamların da yaşıtı kadınlara baktığı yok” derseniz, ona da diyecek lafım yok bu arada! Sadede gelirsek... Vizyonda ilk filmin yanından bile geçmeyen, vasat bir ‘Bridget Jones’ var ama kadınların orta yaş kaoslarıyla ve sorunlarıyla çok güzel yüzleştiriyor seyirciyi. Bizi eksiklerimizle, memnun olmadığımız yanlarımızla, yaşımızla, kilomuzla barıştırıyor bir nevi. Diyor ki, “Hayatın farklı döngüleri var, şimdi sıra bunda, bunu yaşayacaksın ve tadını da çıkaracaksın. Yas tutmak, yaş almak belki çok hüzünlü ama güzel tarafları da var...” Biz kadınları bir üst level’a hazırlıyor sanki.
Biz bu kadını neden sevmiştik?
Sahi, neden sevmiştik biz bu ‘Bridget Jones’u? Vizyonda serinin yeni filmi varken, hatırlayalım... Kadın yazar Helen Fielding’in kaleminden çıkan bu kahramanla 2000’lerin başında tanıştık. Bütün dünyada ‘Bridget Jones’ fırtınası esmiş, kitabın filmi de çekilmiş ve çok izlenmişti. Bu kadını çok sevmiştik çünkü o da bizim gibiydi... Kilosuna takmış, asla zayıflayamayan bir kadındı. Hayatıyla ilgili kararlar alan, bunları günlüğüne yazan ama asla onları hayata geçiremeyen biriydi. Bizim gibi kişisel gelişim kitapları okuyor ama iş uygulamaya gelince tam zavallıydı. En bombası da, 30 yaşını geçmiş kızları hâlâ koca bulamadığı için panik olan anne ve babası vardı. Tıpkı bizim gibi! Ukala evlilerin küçümseyici davranışları nedeniyle düzgün bir koca arıyordu. En başta da düzgün bir sevgili. Uzatmaya gerek yok, kendini beceriksiz, yetersiz, ümitsiz ve mutsuz hisseden her kadın kendini ‘Bridget Jones’ta bulmuştu. Renee Zellweger’in oynadığı filmin ikincisi de çekilmiş; komik, sakar, elini attığı her şeyi felakete dönüştüren ‘Bridget Jones’ iki erkek arasında kalmış, bu savaştan yorulmuş, sonra yine yalnız kalmıştı... Sonra üçüncüsü çekildi, tam bir hayal kırıklığıydı film ama hep sempatik ve eğlenceliydi. Şimdi de ‘50 yaşına yaklaşmış işi bitmiş’ diyenlere inat, mutlu olmayı öğrenen bir ‘Bridget’ var vizyonda. Kadınların 40’tan sonra da, hatta anne olduktan sonra da çok güzel ve tutkulu bir ilişki yaşayabileceğini anlatıyor seyirciye. Bizi kendimizle barıştırıyor deyim yerindeyse. Ben de ‘eski bir dosta bakmaya’ gider gibi gittim, izledim; iyi geldi. Belki size de iyi gelir.
Filmi rüzgara bırakmışlar!
Film demişken, içimde kalmasın... Barış Arduç ve Hande Erçel’in oynadığı ‘Rüzgara Bırak’ filmini izledim geçenlerde. Güzel bir romantik filme hasretiz, çok da güzel iki oyuncu oynamış madem dedim, hemen izlemeye geçtim. Yahu bu ne? Hayatımda bu kadar çabasız bir oyunculuk ve çabasız bir senaryo görmedim! Benzeri bin kez çekilmiş bir hikayeye, güzel manzaralar ve iki hoş insan ekleyince oluyor mu yani? Bu dijital mecraların bize ettiği nedir ya? İki popüler oyuncunun hayranları yurtdışında izlesin, para kazanılsın gerisi de önemli değil mi yani? Bu mudur olay? Cesaretiniz varsa sinema salonlarına koysanıza! Ben Barış ya da Hande kadar ünlü oyuncu olsam, ‘Kariyerimi kötü etkiler’ der oynamazdım mesela, net söylüyorum. Çünkü bazen vazgeçtiklerinle sen, sen olursun!