Dünya yüzeyinin yüzde 70’i suyla kaplı. Buna rağmen 1.3 milyar insan temiz içme suyuna ulaşamıyor. 3 milyar insan, yılın en az bir ayında susuz yaşıyor. İnsanoğlunun 3’te 2’si su kıtlığı riskiyle karşı karşıya. Bunları söyleyen, Birleşmiş Milletler’in (BM) son su raporu. Türkiye’nin durumu da çok farklı değil. Son 50 yılda Türkiye’deki sulak alanların yarısı kullanılamaz hale gelmiş. Ki bu, tam tamına 3 Van Gölü büyüklüğünde su demek. Risk sadece yüzey sularımızla da sınırlı değil. Yer altı sularımızın seviyesi de acil alarm veriyor.
KÖPRÜDEN ÖNCEKI SON ÇIKIŞ
Türkiye artık su sıkıntısı çeken ülkeler arasında tanımlanıyor. Şöyle: Bir ülkede kişi başına düşen yıllık su miktarı yılda 1700-1000 metreküp arasında ise ‘su sıkıntısı olan’, 1000-500 metreküp arasında ise ‘su kıtlığı olan’ anlamına geliyor. Türkiye’de şu an kişi başına düşen su miktarı 1400 metreküp. Dolayısıyla maalesef ‘su sıkıntısı olan’ ülke. Dünya Su Stresi Haritası’na göre 2040’da su kıtlığı çeken ülkeler arasında yer almamız öngörülüyor. Yani susuzluğa giden köprüden önceki son çıkıştayız.
SORUN DA ÇÖZÜM DE BİZİZ
İyi haber ise şu: Su sıkıntısının asıl sebebi küresel ısınma değil. En önemli sebep suyun iyi yönetilmemesi; sanayide ve tarımda doğru kullanılmaması. Düşünün ki; tatlı suyun yüzde 77’si tarımda kullanılıyor. Oranın bu kadar yüksek olmasının nedeni ise yanlış sulama yöntemleri. Tam da bu yüzden İş Dünyası ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği (SKD Türkiye), Ankara Üniversitesi Su Yönetimi Enstitüsü ile birlikte su yönetimi konusunda farkındalık oluşturmak ve değişim yaratmak için harekete geçmiş. Brisa, IC İçtaş İnşaat, PepsiCo, Sütaş, Toros Tarım, Wilo, Şekerbank ve TürkTraktör’ün destek olduğu projenin ana sponsoru Ülker olmuş. ‘Su Riskleri Ar-Ge Projesi’nin ikinci fazı, ülkemizde özellikle buğday üretimindeki su risklerini ortaya koyuyor ve sulamadaki verimliliği-kaliteyi ölçüyor. Coğrafya olarak ise Türkiye’nin en az yağış alan ve acil önlem alınması gereken 15 nehir havzasından biri olan Kızılırmak Nehir Havzası seçilmiş.
DAMLA SULAMA ŞART
“Proje kapsamında bu havzada buğday üretimi yaptık. Burada ‘yağmurlama’ denilen sulama yöntemine ek olarak, ülkemizde buğday üretiminde henüz yaygın olmayan ‘damla sulama’ yöntemi dahil edildi. Bu yöntemler sayesinde su kullanımı yüzde 21 azalırken (yağmurlama sulamada yüzde 30, damla sulamada ise yüzde 60), ürün verimi tam yüzde 30 oranında yükseldi! Dahası; un veriminin en yüksek değeri bu projeye ait alanda elde edildi” diyor SKD Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Ediz Günsel. Proje kapsamında bölgede 100 çiftçiye de modern sulama yöntemleri eğitimi verildiğini söylüyor. “Ülkemizin hızla artan gıda güvencesi ihtiyacını ve buğdayın stratejik önemini birlikte düşününce, Türkiye’de suyun geleceği için tarım sektöründe su verimliliğinin iyileştirilmesi acil önceliğimiz olmalı” diye ekliyor.
VERİM VE KALİTE YÜKSELİYOR
Projenin ana sponsoru olan Ülker’in CEO’su Mete Buyurgan, su tasarrufu sağlayan su yöntemlerinin aynı zamanda ‘onarıcı tarım’a hizmet ettiğini, yani toprağın ve ürünün kalitesini muazzam arttırdığını vurguluyor. “Onarıcı tarım; sera gazı emisyonlarını azaltıyor, biyoçeşitliliği koruyor, toprağın su tutma oranını artırıyor, besin verimliliğini yükseltiyor ve çiftçilerin geçim kaynaklarını destekliyor. Biz de bu nedenlerle 2030’a kadar 10 bin dekar alanda onarıcı tarım uygulayacağız” diyor. Bu çağda kuraklığa ve hastalığa dayanıklı tohumların geliştirilmesinin, su israfını önleyen sulama yöntemlerinin kullanılmasının ve topraksız tarım gibi üretim alternatiflerinin yaygınlaştırılmasının ülkenin stratejik önceliği olması gerektiğinin altını çiziyor. Ülker olarak bundan böyle ana ham maddeleri olan buğday, kakao, fındık tedarikinde tamamen sürdürülebilir tedarik ve onarıcı tarım projeleri içinde yer alacaklarını, 2050’de net sıfır şirket olma hedefleri olduğunu söylüyor. Borsa İstanbul’da işlem gören tüm sektörlerden 108 şirket arasında 1’inci sırada yer almaları, bu hedeflerini gerçekleştireceklerine dair güçlü bir emare. Kısacası su kıtlığı çekmek istemiyorsak; suya karşı değil, suyla birlikte yaşamayı ve onu gerektiği kadar tüketmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bunu başarabilmek için de devletin, belediyelerin, iş dünyasının, akademinin acilen elele verip “çevre” konusunu ajandalarının en tepesine koymaları elzem. Halkı bilinçlendirmek için seferberlik başlatılması ise belki de en acil ihtiyaç.